Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

7 Aralık 2012 Cuma

ADI İNCİ...


 

Bir şehri şehir yapan nedir? Sadece coğrafi konumu, güzellikleri (ya da çirkinlikleri), tarihi, binaları, insanları mı? Peki o tarihi, o güzellikleri oluşturan şey nedir? Bir şehir, mimari özelliklerinin yanı sıra, o mimari görünümün içinde saklanan hikayelerin, anıların, yaşam hikayelerinin, yaşanmışlıkların bir bileşkesi değil midir? O güzellikleri, anıları ve yaşanmışlıkları bir mimari bütün olarak ele alacak olursak, bir parçayı yerinden oynattığınızda, ya da kopardığınızda tablo eksik kalmaz mı? Tıpkı, bir parçası bile eksik olduğunda 'tamam' sayılmayan bir yapboz gibi 'yarım' kalmaz mı?

Şimdilerde İstanbul da eksik kalmış bir yapboza benzetilmeye çalışılıyor. Üstelik bir değil, birkaç parçası, hem de çok parçası eksik bırakılan bir yapboz.

Kasıtlı olarak yok edilen parçalara bir yenisi daha ekleniyor bugün. İstanbul'un, Beyoğlu'nun simgelerinden biri olan İnci pastanesi zabıta tarafından tahliye edilmeye çalışılıyor. İstanbul'u İstanbul yapan bütün güzel değerler bir bir yok ediliyor. Şehir, kimliğinden koparılıyor, üzerine başka bir giysi giydiriliyor. Emek Sineması, İnci Pastanesi, Beyoğlu Sineması, Taksim meydanı derken Beyoğlu'nu Beyoğlu yapan her şey tarumar ediliyor. Avrupa'nın belli başlı şehirlerinde, yüz yıllık, iki yüz yıllık pastaneler, sinema ve tiyatro salonları olduğu gibi muhafaza edilirken bizde nedense bir kıyım harekatı başlatılmış durumda. Bu kıyıma göz yuman birilerine (!) göre 'eski' olan ya değersiz ve çirkin bulunduğu için 'yeni'lenmeye veya toptan silinmeye çalışılıyor; ya da 'yenileme' maskesi altında korkunç bir rant dönüyor?! (Cevabı bilmeyen yoktur sanırım!) İstanbul, bir AVM'ler ve gökdelenler şehrine dönüştürülüyor; bir de bu şahıslar ağızlarından "değerlere saygı", "geçmişimize saygı", "ecdadımıza saygı" gibi lafları düşürmüyorlar mı, asıl ironi de burada!

 
    


 

2 Aralık 2012 Pazar

24 Eylül 2012 Pazartesi

BU ŞEHİR





Ücra bir kasabayı alacakaranlıkta keşfe çıkmış gibiyim...
Bir sokak arası densizliği üzerimde...
Önüme kim çıksa, bin tekme atacak çocuk gücündeyim.
Evden eve gerilmiş iplerde asılı renk renk çamaşırlara takılıp kalıyor çoğunlukla bir karış havada uçarken aklım.
Sesimi kargalar yiyor sabahın kör vaktinde.
Bu şehri terk etmek ne zor! Git git bitmiyor sevdası, karası, yarası...
Peşinden geliyor sen nereye gidersen git sokağı caddesi denizi, serserisi delisi...

17 Eylül 2012 Pazartesi

ÇOCUKLUK


 
 

Al çocukluğunu odanın duvarına yapıştır. Hep orada dursun.
 
Bakakal ona, sabahları uyandığında; sana seni hatırlatsın.
 
Her göz göze geldiğinde sana küçük sırlar fısıldasın.
 
Geçmişinin seni hiç unutmayacağını ve hep peşinden koşacağını anlatsın.
 
Bir zamanlar saf ve temiz ve bir gün hiç solmayacakmış gibi taze olduğunu anımsatsın.
 
Çocukluğunu duvara yapıştır, hiç sökme; orada öylece yıllarca kalsın...

 

28 Ağustos 2012 Salı

BİR EVLİLİK ÜZERİNE ATAERKİL ÇEŞİTLEMELER

 
 

Meltem Cumbul evlenmiş, kendinden on dört yaş genç biriyle. Bunu duyduğunda “Ne güzel! Mutlu olurlar inşallah!” diyenlerin sayısı, “Aa! Kadın erkekten o kadar büyük olur mu canım? Kesin uzun sürmez o evlilik!” diyenlerden daha az ne  yazık ki! Bunu anlamanız için bir istatistik uzmanı olmanıza gerek yok, az biraz yakın çevrenizdekilerin görüşlerine kulak kabartırsanız, medyada çıkan haberlere şöyle bir göz gezdirirseniz, üşenmeyip bir de bu haberlerin altına yazılan ‘okuyucu yorumları’na bakıverirseniz durumun ciddiyetini fark edersiniz. Benim kafama takılan asıl mesele, evlenenin kim ya da kimler olduğu değil; 60'lık, 70'lik adamların 20'lik kızlarla evlenince sorun olmaması, buna karşılık bir kadın kendinden 10 küsur yaş genç bir adamla evlendi diye kıyamet koparılması.
İnsan -bakın kadın ya da erkek demiyorum, İNSAN! - kendi özgür iradesiyle bir karar verip biriyle evlenebilir, ya da evlenmeyebilir; bu ister aşk evliliği olur ister mantık, kimseyi ilgilendirmez, ilgilendirmemeli! Bir başkasının ilişkisi bizi bağlamaz, bağlamamalı!
Aslına bakarsanız toplumdaki bunca infial, erkek egemen bakış açısının yüzyıllardır içselleştirilmesinden ileri gelmektedir, ki o da gündelik hayatta kendini şöyle gösterir: erkek alır, erkek satar, erkek beğenir, erkek ister; kadın alınan, satılan, beğenilen, istenilen olmak zorundadır! Kadın genelgeçer toplum değerlerini sarsıcı bir eylemde bulunduğunda- misal genç bir erkekle evlenmek; özgür bir cinsel hayat yaşamak; evlenmemek; çocuk sahibi olmak istememek; evliyken başka biriyle beraber olmak vs....- bir anda cadı kazanları kaynamaya başlar! (Şu ironiye bakınız ki, "cadı kazanı" tabirinde bile 'kadın'dır söz konusu fitne fesat aracı olan! Oysa ki kazanlar daha çok erkekler tarafından kaynatılır, 'cadı'lıkla itham edilen kadınlar tarafından değil! Bu satırları yazmamıza sebep olan söz konusu ünlü kadın oyuncunun kayınpederi örneğinde de açık ve net görüldüğü üzre!) Yukarıda sıralanan tüm bu eylemler, ataerkil düzende, erkeğe 'hak' kadına ise 'cıs'tır; kadın yaptı mı 'felaket', 'rezalet', 'skandal' , erkek yaptığında ise 'normal', 'biyolojik dürtü', 'elinin kiri' tanımlamaları gelir birbirinin ardı sıra. Bu gibi durumlarda hemcinslerine öfke kusan kadınların dili de, ataerkil bakış açısının yansımasından başka bir şey değildir zaten.
O halde, en azından biz kadınlar, hemcinslerimize sahip çıkalım, birbirimizi yüzyılların erkek egemen diliyle yargılamaktan kaçınalım. İki insanın, aralarındaki yaş farkı her ne olursa olsun, birlikte bir yaşam kurma arzusuna saygı duyalım. Hele ki, en başta da belirttiğim gibi, kızı hatta torunu yaşındaki genç kızlarla birlikte olan ya da evlenen geçkin yaştaki erkeklere sıkça rastladığımız bir dünyada, bırakalım da güçlü bir kadın, aslında toplumu hiç de tehdit etmeyen ilişkisini doya doya yaşasın. Bu ilişkideki iki kişinin arasındaki yaş farkı da bizi hiç mi hiç ilgilendirmesin! Biz önce ‘yaşı yaşına uygun’ olduğu halde neden birçok çiftin ilişkisinin ite kaka sürdüğünü, hatta evliliklerin çoğunda çiftlerin birbirini boğazlama noktasına geldiğini düşünelim de, ondan sonra yaş farkının önemli olup olmadığını tartışırız.

25 Ağustos 2012 Cumartesi

BİR AN


 
Kapıyı büyük bir gürültüyle kapatıp koşmaya başladı….

Ardına hiç bakmadı…

Biliyordu ki, bir an dönüp baksa, yıllardır özlemini kurduğu ve günlerdir hazırlandığı şu an yok olup gidecek…

Bir saniye dursa, dönüp ardına baksa, içine girmiş olduğu andan çıkacak ve her şeyden vazgeçip, geri dönmemecesine kaçıp gitmeye hazırlandığı o karar anına geri dönecek…

Biliyordu ki, dönüp arkasına baksa, kaçmak istediği hayatına geri dönecek …

İçindeki ses “dön bak arkana”,  “dön hadi”, “geri dön” diyordu ona durmaksızın...

Ama o durmadı...

Ve bakmadı…

Ve dönmedi…

Biliyordu ki, her şeyden vazgeçilebilir, her şey bir gün bitebilir, her şey yeniden başlayabilir…

Bir hayat yok edilebilir, bir hayat sıfırdan inşa edilebilir…

Biliyordu… Her şey bir andı, bir anlıktı…

Karar vermek bir an, kararı uygulamak bir an, vazgeçmek bir an, gitmek bir an, geri dönmek bir an…

Küçücük bir ‘büyük an’dı her şeyi silip atan; bir şeyi yeni, bir şeyi eski yapan… Bir andı, sadece bir an…

Kafasını çevirip evinin kapısına baksa, adımlarını durdurup onu vazgeçirecek olan şeyi görecekti orada: Koskocaman ve küçücük bir an!..

 

 

21 Temmuz 2012 Cumartesi

SÖYLEŞİ


Göz Müptelası üzerine ilk söyleşi


Göz Müptelası, dokunsanız uçacak, hem buralı hem çok yerden öyküler. Bunları nasıl bir araya getirdiniz (yazma serüveniniz)?
Göz Müptelası’nda yer alan öykülerden bazıları benim ilk göz ağrılarım. Bunca yıl bir köşede bekletip, kimselere göstermediğim, pamuklara sarıp sarmalayıp dünyaya açılacakları gün için hazırladığım öykülerim. İçlerinden sadece biri daha önce okurlarla bir öykü seçkisinde buluşmuştu; okuyanlar bilir; bilmeyenler ise tahmin haklarını kullansın. Geri kalan öykülerin hiçbiri gün yüzü görmedi Göz Müptelası’nın yayınlandığı ana kadar. Bu ilk kitap, bir anlamda benim bugüne kadarki yazma serüvenimin de bir özeti gibi. Yakın durduğum üslupların, biriktirdiğim sözlerin ve sevdiğim ifade biçimlerinin bir bileşkesi de diyebiliriz. Aslında geç kalmış bir ilk kitap; belki çok daha önce okurlarıyla buluşması gerekirken nadasa bıraktığım, sokağa kolay kolay salamadığım, benden kopup gitmelerini kabullenemediğim için benle beraber büyüttüğüm, yıllar geçtikçe olgunlaşan, hatta kimi değişimler geçiren öykülerden oluşan bir kitap. Her bir öykünün yazımı yaşamımın farklı bir dönemine denk geldiği için bir yanıyla retrospektif bile sayılabilir; yazılmış ilk öyküm de, yayınlanmış ilk öyküm de, yazılmış en son öyküm de bir arada çünkü Göz Müptelası’nda. Arada başka öyküler, ya da öykü dışında başka denemeler olmadı mı diye soracak olursanız, elbette ilk ve son öyküm arasında yazmış olduğum daha bir dolu öykü var. Onların da okurla buluşacağı gün gelecek elbette. Ancak sizin de belirttiğiniz gibi, daha uçucu öyküleri yan yana getirmek istedik burada. Yazılmış olup da sırasını bekleyen diğer öykülerden daha farklı bir yerde duruyordu çünkü ilk kitap için seçtiğimiz öyküler.
Hem buralı, hem de dünyalı olmaları konusundaki tespitinize gelince, insanın kendi yazdıklarını, bir üçüncü göz gibi değerlendirmeye kalkışması kolay iş değil, ne olursa olsun öznellik giriyor devreye, özbenlik giriyor, kimlik giriyor. O yüzden bu konuda yorum yapmamın pek de doğru olacağını sanmıyorum.

Tiyatro, yazarlık, çeviri ve televizyon. Bütün bunları tek bir kalem ve zihinle yapmak nasıl bir varoluş sizce?
Çocukluğumdan beri hep yazı yazdım ve tiyatronun içinde oldum. Yazı ve tiyatro, hayatımın en önemli parçaları olageldi. Aldığım dil eğitiminin ve edebiyat sevgimin buluşmasıyla da çeviri girdi yaşamıma, üniversiteden itibaren. Bu disiplinlerin zaten birbirlerinden çok ayrı, çok farklı olduklarını düşünmüyorum. Tiyatroyla ya da tiyatroda var olan biri için yazı, pek de uzak bir ülke değildir; dikkat ederseniz, çoğu tiyatro insanı, şu ya da bu şekilde yazıyla iç içedir; farklı türlerde de olsa kalem oynatmaktadır. Tiyatro, öncelikle yazılı bir alandır zaten, bir edebi türdür. Amatör ya da profesyonel olarak tiyatroyla uğraşan bir kişinin, edebiyattan kopuk olması düşünülemez. Belki bilfiil yazı yazmıyordur ancak ifade yeteneği ister istemez gelişkindir. Dolayısıyla, tüm bu alanlarda tek bir zihinle ve tek bir kalemle ürün vermenin çok da şaşırtıcı bir durum olduğunu düşünmüyorum.
Televizyonda da işin mutfağında çalıştım hep, yapımcı, editör ya da metin yazarı olarak. Sektöre ilk adım atışım da zaten bir kültür sanat programıyla olmuştu ve neredeyse gönüllü yapacak kadar çok seviyordum işimi. Daha sonraki televizyon deneyimlerimde de sanatla, edebiyatla ya da en azından müzikle iç içe oldum. Haber, spor ya da siyaset programında çalışmadım örneğin hiç. Ancak zamanla, içimdeki oyuncu ortaya çıktı ve sahnede ya da kamera önünde olmam gerekirken kamera arkasında olmama içerlemeye başladı. Çok şey öğrendim, çok güzel anlar, anılar ve dostluklar biriktirdim televizyonculuk yıllarımda ama oyuncu egom nihayetinde öyle bir ağırlığını hissettirdi ki bundan sonra kamera arkasında kalmaya devam edersem mutsuz olacağımı anladım. O süreçte de, aynı zihin ve aynı kalemle hareket ediyordum, hiçbir zaman yazar ya da oyuncu yanımı rafa kaldırmamıştım. Kendimi hiçbir zaman sadece bir televizyon programı yapımcısı olarak hissetmedim, hissedemedim.

Öykülerinizde çok rafine bir dil var. Elbette eğitimleriniz ve varoluşunuzdan damlıyor bu dil. Romanda, şiirde sanki daha çok yer ve fırsat varken öykü, bize hiç hareket alanı bırakmıyor nedense. Ve buna rağmen çok hafife alınıyor bu tür...
 Öykü çok daha öznel bir alan. Yalnız yazar için değil okuyucu için de. Romanda geniş geniş ifade etme, olay örgüsünün peşinden sürüklenme imkânı, dolayısıyla dediğiniz gibi hareket alanı daha fazlayken, öykü bizi kısıtlı bir alanda hapsediyor; ancak bu kısıtlı olma hali kimileri için dezavantaj iken kimileri için avantaj olabiliyor. Öykü yazmayı tercih edenlerin bu hali bir avantaj olarak gördükleri aşikâr. Romanın sınırsızlığı aslında yazara sınırlılık getirirken, öykünün sınırlılığı sınırsızlık getiriyor. Demek istediğim, sınırsız bir özgürlük alanındansa sınırlı bir özgürlük alanı zihni ve asıl önemlisi imgelemi daha da özgür kılabiliyor. Hafife alınmasına gelince, yalnız ülkemizde değil tüm dünyada öykü, roman kadar ilgi görmüyor. Belki de öykünün okuyucuyu zorlayan bir tür olmasından kaynaklıdır bu durum. Öykü, okuyucusundan fazlasıyla katılım bekler, konsantrasyon ister, öykünün beklentisi yüksektir; roman gibi bir başlangıcı ve sonu olmayabilir öykünün; okuyucuyu belirli bir zaman dilimine kilitleyebilir; hatta tek bir anda dondurabilir zamanı. O tek bir anda ifade edilmesi gereken ne varsa, imgeler, sesler, kokular, yüzler, renkler, hepsini birkaç sayfada aktarabilir. Hani bazen, küçücük bir an, koskoca bir hayat gibi gelir ya bize, işte öykü de, o küçücük anları anlatır; hayatınızda  aslında çok büyük anlamlar içeren o küçük anlar ne kadar çoksa (ya da siz o anların ne kadar farkında oluyorsanız)  öyküye o kadar meyilli bir okursunuz demektir. Bu bağlamda, öykünün, romandan daha çok çaba gerektiren, daha çok özen ve nezaket isteyen bir tür olduğunu düşünüyorum.
Bazıları niyeyse öyküyü romandan önce geçilmesi gereken bir dönem, romana giden yolda bir basamak olarak görür; oysa ben, öykünün, başlı başına bir dünya olduğunu ve bir yazarın öyküyle başlayıp yaşamının sonuna kadar öykü yazabileceğini savunuyorum. Göçüp gitmiş ya da halen yaşamakta olan birçok öykücüyle de bu noktada hemfikir olduğumu biliyorum. Tomris Uyar, öyküde bir “aydınlanma ânı” olduğundan söz eder. Kanımca, bizi öykü yazmaya sürükleyen şey de o ‘aydınlanma ânı’ zaten. Roman için daha uzun bir hazırlık süreci gerekirken, öykü için o ‘aydınlanma ânı’nı beklemek gerekiyor. Klasik müzikten yardım alarak bir benzetme yapacak olursam, benim için roman senfoni, öykü konçerto, şiir ise sonattır. Hiçbiri, bir diğerinden daha az değerli ya da değersiz değildir.

Öyküleriniz uzun bir dönemin eseri ve sanırım sık yazan bir yazar değilsiniz, ama okurlarınız için yeniden okunacak kitaplar yazdınız ve yazacaksınız. Edebiyatta ilkesel olarak nasıl bir duruş olmalı sizce?
 Yazı ne zaman kapıma geldiyse ben onu o zaman içeri aldım. Masa başına oturup saatlerce beklemedim onu hiç; kendimi zorlamadım. Kalemimin, kağıdın üzerinde boş boş gezindiği de oldu, karşı konulmaz bir gücün etkisinde koştura koştura yazdığı da. (Büyük olasılıkla kalem ve kağıt imgeleri, yazma eylemini bilgisayar klavyesiyle sınırlandıran bir nesil için fazlasıyla uzak gelecektir.) Kimi zaman, gecenin bir vakti, tam başımı yastığa koyduğum sırada beni dürtükleyip elime küçük not defterimi tutuşturdu; kimi zaman derin bir uykudan uyandırıp bilgisayar başına oturttu. Utanması sıkılması yoktur yazının; kendini kabul ettirmesini, sözünü dinletmesini bilir.   Ancak belki de ben onu zorla göreve çağırmadığım, uykusundan uyandırmadığım için dizginler daha çok onun elinde; onun keyfine göre işliyor zaman. O ne zaman isterse o zaman bir araya geliyoruz. İşte bu yüzden sözünü ettiğiniz sonuç ortaya çıkıyor; sık yazmıyorum diyemesem de düzenli bir şekilde yazmadığımı itiraf edebilirim. Bu da, yazıyla aramızda belli bir anlaşma olmamasından kaynaklanıyor; o canı istediğinde ziyarete geliyor, ben de onu kabul ediyorum. Bazen çok uzun bir süre misafir kalıyor bende ve ben işte o süreçlerde deli gibi üretiyorum, bazen de bir göz kırpması kadar kısa bir süreliğine uğrayıp kaçıyor. Kısacası bana emrivaki yaptığı zamanlarda ben onun emrine amade oluyorum. Arayı uzattığı dönemler olsa da, yazının asla beni terk etmeyeceğini biliyorum, dolayısıyla evet, yeni öyküler, yeni kitaplar da gelecektir elbette. Ama ne zaman, bunu size söyleyemem çünkü ben bile bilmiyorum!
Edebiyatta ilkesel olarak nasıl bir duruş olmalı sorunuza ise şöyle bir yanıt verebilirim, bana kalırsa edebiyat zorlamayla, ısmarlamayla, okuyucu profili ya da piyasa düşünülerek hayata geçirilecek bir olgu değil; edebiyat, yatağını kendi belirleyen ve istediği yöne özgürce akan bir nehir; nehrin yatağını değiştirmeye, onu yönlendirmeye çalışırsanız, güzelliğinden ve özgünlüğünden çok şey kaybeder. Günümüzde ‘edebiyat’ adı altında maalesef sadece piyasa koşulları, genel eğilimler ve moda deyimle ‘trendler’ hesaplanarak üretilen eserlerle çok sık karşılaşıyoruz. Bence bir yazar, hiçbir kişi, hiçbir akım, hiçbir kitle gözetmeksizin, kaleminden döküldüğü gibi yazmalı. “Şurasını şöyle yazarsam daha çok okunur...”, “Burasını böyle yazarsam daha çok satar” dediği anda, orada edebiyattan söz etmenin anlamı kalmamıştır artık. Yazarın asıl arayışı, okurun ruhuna ulaşmak, yüreğine dokunmak, belleğine sızabilmek olmalı. Okuru tek bir kişi bile olsa. Düşünün ki, değil internet, değil televizyon, telefonun bile henüz icat edilmediği, hatta elektriğin var olmadığı yüzyıllarda yaratılan eserleri bugün ‘başyapıt’ olarak kabul ediyoruz; bu da demek oluyor ki, ancak her türlü ticari kaygıdan uzak olduğu zaman edebiyat yüksek bir düzeye ulaşabilir.

Göz Müptelası ile birlikte bir şiir kitabı daha geldi, biliyoruz. Ondan söz eder misiniz?
 Bir önceki sorunuza verdiğim yanıtta da belirttiğim gibi, yazı ne zaman kapıma geldiyse onu içeri davet ettim. Yazı kimi zaman öykü biçiminde ziyaret etti beni kimi zaman şiir biçiminde. Ne zaman geleceğini öngöremediğim gibi nasıl ve hangi kılıkta geleceğini de bilemedim çoğunlukla. Uzunca bir süre, yazı sadece şiir biçiminde yokladı beni, bu şiirler o dönemin ürünü. Daha sonraları, nedendir bilmiyorum, şiir kılığında karşıma çıkmaktan sıkılmış olacak ki öyküye dönüşüp çaldı kapımı sık sık. Sanırım şiirden öykü, öyküden şiir devşirmemi de sevdi ve bana oyunlar oynadı zaman zaman. Tam “tamam artık, bir daha şiir yazdırmaz bana” dediğim bir anda, yine sürpriz yapıp şiir biçimine bürünmüş bir halde çıktı karşıma. Ben yazıyı her haliyle kabul ettim; hiçbir kılığını bir diğerinden az - ya da fazla – sevmedim. Ama insan, bir şeyleri kategorize etmekten ve benzer ögeleri bir arada toplamaktan hoşlanan bir varlık, bu yüzden de öyküler öykü sepetine, şiirler şiir sepetine atılıyor ve öykü ayrı bir tür, şiir ayrı bir tür olarak kabul ediliyor. Oysa benim için, şiirle öykü kardeşten de öte.

Tiyatro ve diğer ilgi-meslek alanlarınızda eserler bırakmayı düşünüyor musunuz?
 Tiyatro benim hayatımda hiç eksik olmadı; ‘az’ olduğu dönemler oldu ama ‘eksik’ hiç olmadı. Belki de tiyatrocu bir ailenin içine doğmuş olmaktan kaynaklı bir içgüdüsel çekimdir benimki. Tiyatro ve edebiyatı birbirinden ayırmam mümkün değil. Tek fark, yazı, demin de sözünü ettiğim gibi ne zaman uğrayacağı belli olmayan bir esin iken, tiyatro uğruna savaş verilmesi gereken bir sevgili gibi. Edebiyat, siz onu istemeseniz de yakanızı bırakmıyor; oysa ki tiyatro ancak siz onu deli gibi istediğinizde, onun için mücadele ettiğinizde ve peşinden koştuğunuzda size yakınlık gösteriyor. İtiraf etmeliyim ki bu zor sevgiliye uzunca bir süre ilgi göster(e)medim, o da benden yüz çevirdi. Şimdilerde onu delicesine özlüyorum ve tekrar kalbini kazanmak için ne gerekirse yapmaya hazırım. Tiyatrodan uzak geçirdiğim yılları yarım nefes aldığım yıllar olarak kabul ediyorum. Nefesimi tam alabilmem için tiyatroya dönmem şart.
Çeviriden söz edecek olursak, çeviri asla tiyatro gibi bir sevda olmadı benim için, ancak yapmaktan her zaman zevk duydum; bunun da yine edebiyatla, yazıyla, dolayısıyla kelimelerle olan ilişkimden kaynaklandığını düşünüyorum. Bir başka yazarın kendi dilinde yazdıklarını dilimize aktarırken de edebiyat tadı aldığımı inkâr edemem. Bu noktada değişen sadece roller; yazarlık gömleğim üzerimdeyken, yaratıcı ben oluyorum, çevirmenlik gömleğim üzerimdeyken ise bir başka yaratıcının yaratısını ileten, dönüştüren kişi oluyorum. Edebiyat seçilmiş bir iş değil –iş demek de tuhaf geliyor ya!- bir esin, bir sunu, bir vahiy; oysa ki çeviri, saatlerinizi harcamanız gereken, hareket alanı, çevireceğiniz metinle sınırlı olan bir iş. Yeri gelmişken şunu da belirtmek isterim, çeviri müthiş bir beyin gücü, konsantrasyon ve adanmışlık gerektiriyor ve maalesef ülkemizde bunun karşılığı yok; çevirmenler büyük emekler harcayıp çevirdikleri ürünlerden ne yazık ki son derece düşük ücretler alıyorlar. Çevirinin, yaşamını sürdürebilmek için seçilmiş bir iş olduğu gerçeğini göz önüne alacak olursak, edebiyattakinin aksine, maddi kazanç beklentisinin daha yüksek olmasını yadırgamamamız gerekmektedir.
Sonuç olarak, tiyatro ve edebiyat vazgeçilmezlerim; çeviri ise zaman zaman el attığım bir alan sadece. Hayatımın geri kalanında tiyatroda daha çok var olmayı, yazının da beni daha sık ziyaret etmesini diliyorum. Çeviriyi bıraktım anlamına gelmesin bu; aklıma yatan, dilimize aktarmaktan keyif alacağım bir metin olursa yine çevirmenlik gömleğimi zevkle giyerim üstüme. Aslında uzun zamandır, bir tiyatro oyunu çevirme fikri dolanıyor kafamda. Başka bir hayalim ise, kendi çevirdiğim bir oyunda rol almak. Gerçekleşir mi gerçekleşmez mi bilemiyorum ama düşüncesi bile heyecanlandırıyor beni.

17 Temmuz 2012 Salı

ÖYKÜ CESETLERİ


Yarım bırakılmış, tamamlanamadan ölmüş öykü cesetleriyle dolu ev...

Her uyandığımda, yataktan sarkıttığım ayaklarıma yapışıyor içlerinden biri. Ondan kurtulsam, attığım diğer adımda bir başkasına takılıyorum. Bir odadan ötekine geçişte, koridor boyunca yerlerde, hatta evin tüm duvarlarında bana varlığını / yokluğunu / bitmemişliğini hatırlatmaya çalışan bir öykü cesediyle karşılaşıyorum.

Öyle büyük bir abluka altındayım ki, bu zombilerden kurtulmanın tek yolu, yepyeni öyküler doğurmak ve yaşamalarına izin vermek. Belki ancak o zaman, bitirmeyerek ölümlerine neden olduğum, katlettiğim o öykücükler öfkeli ruhlarından kurtulup arınır ve reenkarne olup kitap sayfalarını doldurur....

Evet, zaman, yeni öyküler doğurma zamanı...

Zaman, beni rahatsız eden, vicdanıma dokunan öykü cesetlerinden kurtulup yenilerine yaşam verme zamanı...

4 Temmuz 2012 Çarşamba

GÖZ MÜPTELASI


                                   
Bir göz müptelasıydı o. Karşısına çıkan her bir göze, hep en baştan, yeniden, ilk kez ve son kez bakıyordu. Bir gözde en fazla bir bulut geçişi kalıyor, yağmur yağınca kaçıp gidiyordu.. Yağmur yağana dek, gözün tek baktığı olmayı biliyor, o gözün arkasını görüyor, ötesine geçiyor, ama o göz, teninden içeri girmesin, rengi kalbine akmasın diye yol yakınken kaçıyordu. Konakladığı her gözde kendinden bir iz, bir söz, bir giz bırakıyordu. Dönüp ardına bakmadan çekip giderken, o gözlerden süzülüp peşine düşen damlalar ayaklarına dolanıyordu. Pabuçlarına bulaşan yaşları sürüklü-yordu çoğu kez evine; gözyaşları nasıl da yapışkan, nasıl da yoğun ve ağırdı. (...)
http://shop.kafekitap.com/Product/214/goz-muptelasi

11 Mayıs 2012 Cuma

BENSİZ


Siz burada durduğuma bakmayın…
Ne kadar soru sorsam da cevap vermeyin…
Yüzünüzü dönün duvara, sırtınızı bana…
Reddedin beni, görmezden gelin.
Elimde hiçbir ipucu yok…
Hiçbir aşk, hiçbir acı, hiçbir kalp yarası saklı değil gözlerimde…
O romanı ben yazmadım.
O öyküde ben oynamadım.
Ben geçmedim o şiirin içinden.
O resimde ben poz vermedim.
Ben yakmadım yüreğinizi o filmde.
Kulağınıza kaçan o ezgi, benim sesim değil…
Ben değildim o oyunda hep beklenen ve gelmeyen…
Kim kanattı bilmiyorum sevdanızı…
Kim susturdu çığlığınızı…
Etinize işleyen ben değildim, bakışınıza sıçrayan…
Ben saklanmadım o kumaşın kıvrımına…
Ben düşmedim o çiçeğin yaprağına…
Gözlerinizden damlayan ben değildim…
Ben değildim öldüren…
Ben değildim ölen…
Aynada size gülümseyen ben değildim…
Siz karşınızda durduğuma bakmayın…
Ben değilim sizi gören…


Gökçe Tuncer

25 Mart 2012 Pazar

İP



İki insanın, havadaki görünmez bir ipe tutunup, karşılıklı olarak ipi bir çekip bir bıraktığı, kalabalığın ortasında iki baş, iki gövde, iki yürek kaldığı, o dondurulmuş anlardan biriydi...

“Gözlerin ne renk” diye sordu güzel yüzlü genç adam...

“Ne güzel gülümsüyorsun” dedi sonra yeşil gözlü genç kadın...

“Sen hâla mektup yazan o son romantiklerdensin değil mi” diye ipe asıldı adam...

“Senin gibi sevdalandığı kadına yaban çiçekleri toplayıp getiren erkekler pek yok artık” diye ipi kendine çekti kadın...

“Biliyorum, ‘Kürk Mantolu Madonna’yı” defalarca okudun...” dedi adam, ipi gevşetirken...

“Güvercinlere neden vurgun olduğunu saklayamazsın benden” diye çapkın çapkın güldü kadın...

“Nereden anladın Cemal Süreya sevdiğimi?” dedi adam, belli belirsiz göz kırparak...
“Boynunda taşıdığın ‘Y’ harfini görmedim sanma” derken ipin ucunu kaçırdı genç kadın...

“Hani o en sevdiğin piyano konçertosu vardı ya?” demesiyle ipin ucunu  yakalaması bir oldu genç adamın...

“Ne zaman Mozart dinlesem sen geliyorsun aklıma” diye itiraf etti kadın...

“Kollarımda uyanacak mısın yine?” diye fısıldadı adam...

“Hiçbir erkek bana böyle kahvaltı hazırlamadı” diyerek kedi gibi mırıldandı kadın...
“Bu koltuk benim maç izleme koltuğum olsun mu birtanem?” diye esneyerek ipi çekti adam...

“Hani beni annenlerle tanıştıracaktın” derken sendeleyerek ipe tutundu kadın...

“Bir kere o film öyle bitmemeliydi!” diye haykırdı adam...

“Hatırlıyor musun, hani bir film vardı ben hep adını unuturdum” dedi kadın, gözleri uzaklara daldı...

İp yavaş yavaş, sakin sakin, sessiz sessiz kısalıyordu...

“Sokakta her gün kedilerle konuşuyor musun hâlâ?” diye alay edercesine sordu adam...

“Bir türlü öğrenemedin hangi rengi sevdiğimi” diye sitem etti kadın...

“Anneme giderken daha usturuplu bir şey giy dememiş miydim ben sana” dedi adam...

İp incelmeye başladı...

“Niye bana artık eskisi gibi güzel sözler söylemiyorsun” derken yüzünü astı kadın...

“Bıktım senin şu herkese mektup yazma sevdandan” diye sesini yükseltti adam...

“Mozart’tan başka besteci mi kalmadı? Her gün, her gün, yeter be!” diye bağırdı kadın, yanakları al al...

“Senin şiirden miirden anladığın yok, hava cıva!” deyip ipi iyice kendine çekti adam...

“Koskoca Atıf Yılmaz sana mı soracaktı filmin sonunu nasıl getireceğini? Ukala!” diye ipi öfkeyle salladı kadın...

“Hıh! Yeşilmiş! Neresi yeşil senin gözlerinin anlamadım, basbayağı ela işte!” dedi adam küçümser bir tavırla, ip kısaldı...

“Sen kiiiim bana çiçek almak kim!” dedi kadın burnundan soluyarak, ip inceldi...

“Bir zamanlar gülümsememe bayılırdın, şimdi başka erkeklere bayılıyorsun bakıyorum!” dedi adam, çirkinleşti yüzü...

“Senden başka kim anlayacaksa o boynuna taktığın Y harfini?” diye söylendi kadın, çirkinleşti gözleri... ip kısaldı, ip inceldi...

“Yeter artık, bıktım her şeyimi eleştirmenden” diye kükredi adam...

“Git anneciğinin evine, güle güle, haydi yallaah!” diye böğürdü kadın....

İp kısaldı, ip inceldi, ip koptu...

13 Mart 2012 Salı

SİVAS'TA YAKILAN TENLERDİR, CANLAR DEĞİL!


Geçmiş ne zaman 'geçmiş' olur? Geçtiği zaman mı kaldığı zaman mı?

Sivas katliamı bizler için 'geçmiş zaman' değildir; hiçbir zaman unutulmayacak, affedilmeyecek, üzeri örtülemeyecek bir 'geniş zaman' kipidir olsa olsa...

Yunus Emre der ki: "Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil!"

Sivas'ta tenler yakılmıştır, canlar değil...

  

12 Mart 2012 Pazartesi

SÖYLENMEMİŞ SÖZ VAR MI?

Dünya üzerinde söylenmemiş hiçbir söz kalmadı belki de... Olsun, sen yine de söyle; belki sen, senden önce söyleyen herkesten daha farklı söylersin.

Söylenebilecek her şey benden önce söylendi zaten diye düşünürken hâlâ bir şeyler söylemeye, yazmaya çalışmak neden? Belki de söylenmiş her şey, her birey tarafından yepyeni bir sözle yeniden üretilmeyi hak ediyor. Hak mı? Belki de talep ediyor.

Yaşadığımız sürece her sabah her sabah kalkıp, hep aynı şeyleri yapmıyor muyuz? Her gün lavaboda ellerimizi yıkayıp, her gün dişlerimizi fırçalayıp, her gün aynı buzdolabından aldığımız kahvaltılıkları her gün aynı tabaklara koyup yemiyor muyuz? Öyleyse, söylenmiş bir sözü, bir de benim söylemem, biraz farklı sözcüklerle ifade edebiliyorsam, neden yasak olsun? Peki ya söylenmiş veya yazılmış bir sözün, söylendiğini ve yazıldığını bilmiyorsam? Ya ilk kez ben söylüyorsam –sonuçta benden önce söylenmiş halini duymadıysam ya da okumadıysam, benzer bir durumu benzer sözlerle aktardığımda, öncekini bilmediğim için, kendi içimde, bu sözleri ilk söyleyenin ben olduğumu sanmam saçma olmaz- suçlu, ya da “kopyacı” sayılamam öyle değil mi? Bu sözleri ilk kez ben söyledim sanıyorsam, tamamen iyi niyetli, suçsuz ve masum olmaz mıyım? Peki hangi güç, dünya üzerindeki onlarca, yüzlerce, binlerce hatta belki de milyonlarca insanın, benzer duygulanımları, kendi dillerinde benzer sözcüklerle aktarmasına engel olabilir?


19 Şubat 2012 Pazar

DÜŞLEYİP YAZARKEN BANA 'BEN' BİLE KARIŞAMAZ!

“Niçin yazıyorsunuz?” sorusu bana çok soruldu, yine de cevabı henüz tam bilmiyorum. Bu soruyu kendime de sık sık sorarım. Galiba insan en çok yaşamak isteyebileceği bir dünya yaratmak için yazar. Bugüne dek bana sunulan hiçbir dünyayı yaşanabilir bulmadım; annemle babamın dünyasını, savaşanların dünyasını, politikacıların dünyasını, hiçbirini… Sonunda kendime ait bir dünya yarattım. Hükmedebileceğim toprakları, kendimi defalarca yok edip yeniden yaratabileceğim bir iklimi olan, atmosferinde nefes alabileceğim bir dünya…”
Anais Nin
Bugün kendime yeni bir dünya yaratmak için uyandım, yazmaya başladım. Sabah erken kalktım, etrafıma baktım, içinde bulunduğum dünya ne kadar sıkıcıymış anladım; bomboş bembeyaz dümdüz bir sayfa aldım önüme ve içinde yaşamak, var olmak, nefes almak, ben olmak isteyebileceğim bir dünya kurgulamaya başladım…
Tek ben vardım önce bu dünyada, yaratıcısı ben olduğuma göre, kendimi göremesem de, ‘görünmez’ varlığım ilk ögesiydi bu yepyeni dünyanın. Belki ‘görünür’ de kılabilirdim kendimi, bilmiyorum; öylesi mümkün mü ki?
İnsan rüyalarında kendini görebilir mi? Kendini bir takım olaylar içinde görür, rüyanın içinde birlikte rol aldığı kişileri, bir başka deyişle, diğer oyuncuları görür, ama kendini göremez; ya da bir anımızı hatırladığımızda, o anının baş kişisi biz olsak da, zihin sinemamızda kendi suretimizi görmeyiz, olan biteni kendi gözümüzden görürüz, o anda bizimle olan, bizimle konuşan, bizimle sevişen, bizimle kavga eden diğer kişileri görürüz, ama kendimizi göremeyiz! Oysa filmlerde hep yanlış yansıtılır bu; rol kişisi, bir anda geçmişten bir şeyler hatırlar - yakın ya da uzak geçmişten- o anı hatırlarken, biz, kişinin kendisini de, hatırladığı o anın içinde ete kemiğe bürünmüş olarak görürüz. Ne zaman bir filmde böyle bir durumla karşılaşsam, bunun, izleyiciyi dış göz olarak gören, kişiyi de bize suretiyle gösteren geleneksel sinema mantığı yüzünden olması gerektiğini düşünürüm. Evet, her seferinde, bıkmadan usanmadan, belki birçoğunuza ‘saçma’ gelen bu düşünceler takla atmaya başlar beynimde.
Bir anı hatırlarken, ya da bir rüyanın içinde yuvarlanıp giderken kendi suretimizi göremediğimizi bildiğimiz halde, sinema bize aslında doğrusu böyleymiş gibi bir illüzyon sunar. İşte aynen böyle, ben şimdi bu yeni yaratmakta olduğum taslak halindeki dünyanın içinde kendimi göremesem de, siz okuyucular (ya da izleyiciler) beni, kendi zihninizde şekillendirdiğiniz ‘benim dünyamda’ hayal edebilirsiniz elbette, bunda bir sorun yok, özgürsünüz. Hepiniz beni bir başka bedende, başka giyside, başka dekorda görmekte, hatta dilerseniz beni hiç bilmediğim bir dilde konuşturmakta bile özgürsünüz. Sizi, dizginlerinden kopmuş dört nala koşan hayalgücünüzü – ki her insanınki biriciktir! – kafanızda uçuşan imgeleri durduramam. Ben ne kadar karşı çıksam da herkesin zihni, kendi kurgusunu yaratmakta özgür, henüz bunu engelleyebilen herhangi bir yasa, herhangi bir teknoloji yok; her ne kadar yasalar, bireyin zihnine zincir vurmak, düşüncelerine yasak koymak gibi bir saçmalığı uygulamaya çalışsalar da bu ‘de facto’ olarak gerçekleşmesi pek mümkün olmayacak bir kavram.
Psikiyatrinin kimi hastalıklarda kullandığı, beyin kimyasallarını değiştirmek suretiyle düşünceleri, ya da zihinsel eylemleri dönüştüren, yönlendiren, bastıran bazı ilaçların, sözünü ettiğim sonuca ulaşabildiğini iddia edenler çıkacaktır kuşkusuz aranızdan; ancak iyi düşünürseniz, burada da aslında ‘değiştirmek’ten, ‘yönlendirmek’ten - ya da lobotomi söz konusuysa eğer- ‘içini boşaltmak’tan öteye gidilemeyeceğini fark edersiniz. Kimileriniz de hipnozdan bahsedecektir. Oysa ben kendi harikalar diyârımdaki Alice olmaktan bahsediyorum. (Kafası karışanlar Lewis Carroll’ın ölümsüz eserini yeniden okumayı deneyebilirler. )
İçinde kendi suretimi göremediğim taslak halindeki dünyamın elbette ki ilk hâkimi benim; madem ki yaratıcısı benim, başka türlüsü söz konusu olamaz. Ben Tanrı’sıyım, Tanrıçası’yım, Zeus’uyum, Kibele’siyim bu yepyeni dünyanın. İstediğim kişiyi, ya da kişileri oynatmakta özgürüm kendi filmimde; mekânlarım reel, irreel, hiper-reel ya da sürreel olabilir. Kişilerim insan, insansı, insandışı, insanötesi olabilir. Cinsiyet denen kavram olabilir de, olmayabilir de; ben istersem kişilerim kadın, erkek, kadın-ötesi, erkek-ötesi, hepsi ya da hiçbiri olabilir. (Ursula K.LeGuin’cileri duyar gibiyim!)
Yavaş yavaş kafamda belirmeye başlayan bu yepyeni dünyayı siyah-beyaz, renkli, renksiz, flu, net yapabilirim. Ya da hiç bilmediğim, belki de dünya üzerinde görülmemiş yepyeni renkler bulup onlarla dekore edebilirim mekanlarımı. Renkler sabit olmayabilir; zeminler ve nesneler zaman zaman renk değiştirebilir, renkliyken renksize, renksizken renkliye dönüşebilirler.
Rüya ülkemdeki iletişim, bizim bildiğimiz anlamda olmaz belki, canım isterse aklımın ucundan bile geçmeyecek bir sistemi aklıma getirebilirim. Konuşmak olmaz da düşünmek olur, düşünerek konuşur rol kişilerim; ya da dokunarak anlaşırlar sese ve söze gerek duymadan. Dokunmak bizim dünyamızdakinden bambaşka bir anlam içerir o zaman. Yasak, günah, ayıp gibi kavramlar olmaz. İstersem suç diye bir şey de göndermem bu yeni dünyaya; suçun olmadığı yerde ceza da olmaz.
Bu benim filmim, benim rüyam, benim sinemam, benim dünyam…
Düşleyip yazarken kimse bana karışamaz!
Düşleyip yazarken bana ‘ben’ bile karışamaz!
           

15 Şubat 2012 Çarşamba

SANATIN 'EDEPLİ' OLMAK GİBİ BİR ZORUNLULUĞU VAR MI?

 İskender Pala, Zaman’daki köşesinde bir yazı yazmış, okumamış olanlar ve merak edenler şu linkten yazıya ulaşabilir:
Yazıyı okuduktan sonra öfkelensem mi, gülsem mi, şaşırsam mı, isyan mı etsem bilemedim. İçine yuvarlandığım duygulardan en baskın çıkanı ise umutsuzluk oldu. 

Belki de boşuna uğraşıyoruz dedim kendi kendime, boşuna debeleniyoruz bazı şeyler değişecek, iyiye gidecek diye?! Sanatın ‘içine tükürülen’, bazı sanat dallarının ‘belden aşağı’ bulunduğu bu ülkede, belki de Müslüman mahallesinde salyangoz satan adamdan bir farkımız yok.

Çok sayın yazarımız ne diyor, iyice anladık değil mi?
“Tiyatro dediğin öyle ahlaka mugayır, müstehcen, kötü, pis, kaka şeyleri sahneye taşıyamaz, hele hele ki bu tiyatro, bir de devletin ödenekli kurumlarından biriyse, bunu asla ve kat’a yapamaz!” Pek sevgili yazarın cümlelerinde, satır aralarında dile getirilmek istenen aslında tam da bu değil mi? Yoksa ben mi çok şüpheciyim?! Yoksa öküz altında buzağı mı arıyorum?   

Biliyorum, bir zamanlar pek değerli bir kültür bakanımız, baleyi, kızların ve erkeklerin yarı çıplak bir halde alt alta üst üste yuvarlandığı ‘müstehcen’ bir sanat olarak değerlendirdiğinde de; son derece saygıdeğer bir bakanımız Bizans surlarını yıkma önerisini getirdiğinde de; çok değerli bir belediye başkanımız bir heykelin içine tükürmekte sakınca görmediğinde de; yakın bir zamanda, Sayın Başbakanımız, bir başka heykeli ‘ucube’ olarak nitelendirdiğinde de ben hep şüpheci, hep takıntılı davranmıştım; boş yere suyu bulandırmıştım! Oysa tüm bunlara kafayı takmak yerine, gidip üç çocuk yapmalı, bir de üstelik onları “dindar bir neslin” neferleri olarak yetiştirmeye odaklanmalıydım. İşte o zaman çocuklarım tiyatro, bale gibi ‘pis, kaka, cısss’ şeylerle uğraşmaz, maazallah kısacık etekler giyip ponpon kız olmaya heveslenmez, adına ‘heykel’ denen ne idüğü belirsiz ‘ucubeler’ yaratmakla kafayı bozmaz, her şeyden önemlisi, tinerci olmazlardı!

Hâlâ bir takım zihniyetler tarafından tiyatronun, sinemanın – genel anlamda sanatın – ‘edepli’, ‘genel ahlaka uygun’ (o her ne ise?!) olması gerektiğinin savunulduğu bu diyarda, sanatın değiştirici, dönüştürücü, geliştirici gücünden söz etmeye kalkmanın bir anlamı var mı?

Çok sevdiğim bir tiyatrocu büyüğüm, “meslek güzel de ülke yanlış” demişti bundan en az on beş yıl kadar önce; şimdi gittiği yerden buralara bakıp hepimize acı acı gülümsüyordur eminim, “Haydi çocuklar, ben kurtuldum, biraz da siz uğraşın salyangoz satmakla!” dercesine...

14 Şubat 2012 Salı

Hiçbir Aşk Filmi Aynı Aşkı Anlatmıyor


    Tüm sanatların bir bileşkesi sayılabilecek sinema, en unutulmaz yapıtlarında aşkı anlatmaya, aşkı tanımlamaya, aşkı açıklamaya çalışıyor. Belki de tek bir tanımı olmadığından ve sonsuz sayıda olasılık barındırdığından, hiçbir aşk aynı olmuyor… Hiçbir aşk filmi aynı aşkı anlatmıyor… İşte size, farklı aşk hikâyelerini, aşkın farklı hallerini fikrimce en iyi anlatan unutulmaz 10 aşk filmi…


     Tanımlanmakta belki de en çok güçlük çekilen ve tek bir tanıma indirgenemeyecek kadar göreceli bir kavram olmasına rağmen, hakkında en çok konuşulan, tartışılan, yazılan, çizilen olgu aşktır hiç şüphesiz. Kimine göre, hormonların tetiklediği sıradan bir bedensel dürtünün insanoğlu tarafından estetize edilmiş hali; kimine göre, uğruna ölünecek –yok olunacak- kadar yüce bir varoluş biçimi; kimine göre gerçekliği olmayan abartılı bir duygu durumu; kimine göre yaşadığını iliklerine kadar hissetmenin birincil yolu, kimine göre ise… eski bir yalan, Adem’le Havva’dan kalan… Ömrü boyunca aşkı tatmayanlar için varlığı her ne kadar şüphe götürür olsa da, aşk, günümüzde bilimsel araştırmalar ışığında değerlendirilebiliyor artık.         Yüzyıllar boyunca edebiyatın, müziğin ve neredeyse tüm sanat yapıtlarının vazgeçilmez nesnesi olan bu büyük muammanın, aslında beyin kimyasallarının değişimine ve hormonlara bağlı son derece doğal bir “hissediş” olduğu kanıtlandıkça, ona yüklenen sayısız anlam da geçmişteki değerini yitiriyor yavaş yavaş. Ancak bilimsel veriler, bu doğal ‘hissediş’in ‘nasıl’ gerçekleştiğini rasyonel olarak açıklayabilirken, ‘niye’ gerçekleştiğine ve en önemlisi de ilacının ne olduğuna dair bir cevap sunamıyor. Ve insanoğlu, eskisi kadar yüceltmiyor gözükse de, içinde fırtınalar koparan, hayata dört elle sarılmasını -ya da küsmesini- sağlayan bu en sahici, en uçucu, en sarsıcı ve en tuhaf ‘hastalığı’ şarkılar, romanlar, şiirler ve filmler yoluyla dile getirmeye devam ediyor, bıkmadan… Tüm sanatların bir bileşkesi sayılabilecek sinema, en unutulmaz yapıtlarında aşkı anlatmaya, aşkı tanımlamaya, aşkı açıklamaya çalışıyor. Belki de tek bir tanımı olmadığından ve sonsuz sayıda olasılık barındırdığından, hiçbir aşk aynı olmuyor… Hiçbir aşk filmi aynı aşkı anlatmıyor… İşte size, farklı aşk hikâyelerini, aşkın farklı hallerini fikrimce en iyi anlatan unutulmaz 10 aşk filmi…Ya da başka bir deyişle, aşkın en iyi anlatılmış 10 hali…



1) Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Sil Baştan)

Muhteşem ikili Charlie Kaufman ve Michel Gondry’nin elinden çıkma 2004 yapımı ‘Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ (Türkçesiyle ‘Sil Baştan’) gerek senaryosu gerek anlatımıyla, sinema tarihinin unutulmazları arasında yer alacak bir başyapıt olmasının yanında, bugüne kadar yapılmış tüm ağır melodramların, büyük bütçeli destansı aşk öykülerinin ve genel geçer trüklere sırtını yaslayan romantik komedilerin çok ötesinde gerçek bir aşk filmi. Naçizane değerlendirmemle, belki de gelmiş geçmiş en iyi aşk filmi!
Günün birinde hafızamızı temizleme imkânımız olsa ve unutmak istediğimiz tüm anıları sildirebilsek, yine de, biriktirilen güzel anıların tortusu kalır mıydı bilinçaltımızın tozlu raflarında? Gerçek aşkı bulup da zamanla onu ‘ilişki’ denen canavarın acımasız dişlilerine kaptıran biri, gün gelir de aşkına ait tüm anılarından kurtulmak isterse, yaşanan güzel anılar, kötülerine inat, su yüzüne çıkmak için mücadele verir miydi? Yoksa en güzel olan anılar, unutmayı en çok istediklerimiz miydi? Belki aşkın da bir hafızası vardı, geçirdiği travmaya karşın günün birinde geri gelme olasılığını her zaman taşıyan… Anılar silinse de izleri kalıyor, zihin unutsa da kalp unutmuyor muydu? Aşkı hep kalple ilişkilendiriyorduk, oysa bilinçaltı değil miydi aşka ait tüm verileri depolayan?…İzledikçe, insanı bu ve benzeri sorularla kuşatan film, aşkın belki de bir tür yazgı olduğunu, kat edilen yolun başına dönülse de, o açıklanamaz fiziksel çekim yüzünden yine aynı kişiye âşık olunacağını, aynı kavgaların ve çatışmaların bir çember içinde yeniden yeniden yaşanacağını çarpıcı bir üslupla anlatıyor. Kate Winslet ve Jim Carrey’in kusursuz oyunculukları da bu unutulmaz filmin tadına tat katıyor!

2) Great Expectations (Büyük Umutlar)

Alfonso Cuaron’un yönettiği, büyük yazar Charles Dickens’ın romanından uyarlanan 1998 yapımı “Great Expectations”, birçok yönüyle, aşkı en iyi anlatan filmlerden biri olarak adlandırılmayı hak ediyor. Kimilerince, Dickens’ın yapıtını bire bir aktaramamış olmakla eleştirilse de, diğer birçok edebiyat uyarlamasının aksine, şiirsel anlatımı, ince ince işlenmiş detayları ve büyüleyici görselliğiyle bize romanın sunduğu olanaklardan fazlasını vaat ediyor. Daha henüz bir çocukken tanıyıp gönlünü kaptırdığı snop dilber Estella’ya ömür boyu sürecek umutsuz bir aşkla bağlanan Finnegan Bell’in iç burkan hikâyesi izleyenleri kimi zaman hüzünlendirip kimi zaman öfkelendiriyor. Aşkın, karşılıksız kaldığı ya da Finn örneğindeki gibi, zalim bir ‘öteki’ tarafından yıllarca belirsizliğin alacakaranlığına mahkûm edildiği durumlarda daha da şiddetlenebileceğine, tutku halini almış aşkın çoğu zaman mazoşizmle başa baş gidebileceğine vurgu yapan film unutulmaz replikleri, gören gözlere sunduğu sürprizleri ve etkileyici müzikleriyle zihinlerimize kazınıyor. Filmin en önemli sahnelerinden birinde, Miss. Dinsmoor rolündeki Anne Bancroft’un, şımarık yeğeniyle henüz tanışmış olan küçük Finnegan’a uyarı niteliğindeki sözleri aşkın matematiğini belki de en güzel özetleyen örneklerden biri: “Bu kız senin kalbini kıracak, bu bir gerçek. Ve ben seni uyarsam da, bu kızın, fena halde canını acıtacağını garanti etsem de sen yine de onun peşinden koşacaksın. Aşk ne muhteşem bir şey değil mi?!”

Ethan Hawke’ın, oyunculuk kariyerindeki en güçlü performanslarından birini sergilediği filmde Gwyneth Paltrow da izleyicide neredeyse “Charles Dickens, Estella karakterini Paltrow için yazmış olmalı!” düşüncesini uyandırıyor!

3) Les Amants du Pont-Neuf (Köprü Üstü Aşıkları)

Aşkı en iyi anlatan filmler söz konusu olduğunda akla ilk gelen örneklerden biri de hiç kuşkusuz Köprü Üstü Aşıkları; Paris’in en eski köprüsü Pont-Neuf’ü mesken edinmiş, hayatta hiçbir şeyi olmayan alkol bağımlısı Alex ile hayal kırıklığıyla biten ilişkisinin ardından ailesiyle yaşadığı evi terk edip kendini sokaklara atan ressam Michèle’in büyüleyici, çılgın, tutkulu ama aynı zamanda da dokunaklı aşkının hikâyesi. Yönetmen Leos Carax’ın, olağan dışı yaşam şartlarında filizlenen sıra dışı bir sevdayı, göz kamaştıran Paris görüntüleri eşliğinde yansıttığı filmde, bir yandan kolay kolay kimselere nasip olmayacak masalsı bir aşkı izlerken, bir yandan da aşkın kimi zaman kişiyi ne kadar bencilleştirebildiğine, onu her şeyi yakıp yıkacak kadar vahşileştirebildiğine tanık oluruz. Gözlerindeki hastalığın ilerlemesi nedeniyle kör olma raddesine yaklaşan Michèle’in tedavi olmasını sırf genç kadının kendisinden kopmasından korktuğu için engellemeye çalışan Alex’te, aşkın sahiplenici, egoist ve yok edici yanını görürüz. Filmin sonuna yaklaştıkça Alex’e kızmakla ona acımak arasında gidip gelsek de, ömrümüzde bir kez olsun böyle kural dışı bir aşk yaşamak isteriz için için, Michèle olmak, Alex olmak isteriz! Öyle bir filmdir ki bu, yıllar geçse bile çıkmaz bazı sahneleri aklımızdan, bir fotoğraf karesi gibi yapışır kalır görsel belleğimize kimi anları… Paris’te, o eski köprünün üstünde doya doya koşan, sarhoş olup avaz avaz bağıran, havai fişek yağmurlarıyla yıkanan Juliette Binoche ve Denis Lavant’ı unutamayız!

4) Breaking the Waves (Dalgaları Aşmak)

Lars Von Trier’in 1996 yapımı filmi Breaking The Waves insanın içini acıtan büyük bir aşkın hikâyesi. Bir kaza sonucu felç kalan Jon, karısı Bess’in başka erkeklerle cinsel ilişkiye girip, ona yaşadıklarını anlatmasını ister. Film boyunca, delilikle saflık sınırında gezinen Bess’in, kocasının aşkı uğruna düştüğü içler acısı durumu izlerken, eşine az rastlanan bir trajediye tanık oluruz. Trier’in gerçekçi, sert ve yalın anlatımıyla yüzümüze tokat gibi çarpan bu sarsıcı filmde Emily Watson, çaresizlik içindeki saf ve masum Bess rolünde bizi koltuklarımıza mıhlayan bir oyunculuk sergiler. Film, Bess karakteri aracılığıyla, âşık öznenin kendini sorgusuz sualsiz sevdiğine adayışını, bu adanışın sonucunda gelen trajik yıkımı, aşk-Tanrı-inanç üçgenini, doğal bir görsellik kullanarak anlatır. Köprü Üstü Aşıkları’nda sevdiği kadını kaybetmek korkusuyla bencilleşip gözü kararan Alex karakterinin aksine Bess, öz benliğinden tamamen vazgeçerek kendini kurban edişin sembolü haline gelir.

Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en saf, en masum, en gerçeküstü âşık kadın karakterini yaratan “Dalgaları Aşmak”, aşk filmlerinin ‘olmazsa olmaz’larından!

5) Closer

Romantizmin dikte edilmiş kalıplarından, aşkın ‘süs’lerinden ‘püs’lerinden, göz boyayan detaylarından uzak; çoğu zaman sert, acıtıcı, yırtıcı bir tavrı olan; bilinen tüm aşk söylemlerini yerle bir eden, aşkın tam orta yerinde aşksızlığı anlatan ve bütün bunlara rağmen yine de tüm zamanların en sarsıcı aşk filmi olmayı başarabilen bir film, Closer. Yönetmen Mike Nichols, hayatları kesişen iki kadın ve iki erkek, birbirine geçmiş dört aşk öyküsü ve bu dört insanın birbirine rağmen birbirinden beslenen ilişkilerinden yola çıkarak, aşkın ve insan doğasının ikilemlerini, gelgitlerini mercek altına alıyor. Sadakat, aldatma, dürüstlük ve güven kavramlarının masaya yatırıldığı filmde aşkın en saf ve en temiz halindeyken bile, bir zayıflık anında yerle bir edilebileceğini, en sarsılmaz görünen ilişkinin dahi pamuk ipliğine bağlı oluşunu, birini çok severken de gidilebileceğini, kalmanın ‘sevmek’ anlamına gelmediğini, sevmeninse her şeye yetmeyebileceğini farklı bir kurguyla ve akıllardan silinmeyecek diyaloglarla anlatıyor. Natalie Portman, Julia Roberts, Clive Owen ve Jude Law’un dört ana karakteri canlandırdığı film aşkın yok edici, karanlık ve korkutucu tarafıyla yüzleşmemizi sağlarken, ilişkilerin üzerindeki masumiyet perdesini kaldırarak sevgi sözcükleri ardında gizlenen canavarı uyandırıyor. Belki klasik bir aşk filmi değil ancak aşka, kadın erkek ilişkilerine ve cesur bakışıyla bu listede yer almayı hak ediyor.


6) Casablanca

Fas’ın Casablanca kentinde karşılaşan eski âşıkların aradan geçen zamana rağmen tükenmeyen aşkı zorlu savaş ortamında yeniden alevlenir; artık evli bir kadın olan ve erdem timsali idealist kocası Victor ile eski sevgilisi Rick arasında kalan Ilsa, tutkulu aşkla gerçek sevgi arasında bir seçim yapmak zorundadır. Michael Curtiz’in yönettiği 1942 yapımı Casablanca, İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında geçen, unutulmaz diyalogları, mükemmel kurgusu ve dönemin büyük yıldızları Humphrey Bogart ile Ingrid Bergman’ın mükemmel oyunculuklarıyla hafızalarda yer eden, bugüne kadar yazılmış en iyi film senaryoları içinde hâlâ ilk beşteki yerini koruyan bir klasik, Son derece düşük bir bütçeyle çekilmiş olmasına, senaryonun çekimler sırasında yeniden yeniden yazılmasına, filmin sonunun, çekim süresince yönetmenden başka kimse tarafından bilinmemesine rağmen büyük bütçeli yapımlardan kat be kat iyi sonuçlar elde eden film kırık bir aşk hikâyesi ekseninde dönse de salt bir aşk filmi olarak değerlendirilemez; karanlık savaş atmosferi, dönemin siyasi ortamı, savaşın yarattığı bunalım ve uğruna mücadele edilecek idealler de filmde en az aşk kadar ağırlıkla işlenmektedir. Ancak tüm bu özellikleri, aşk filminden daha başka türlere de dahil edilebilir olması, Casablanca’nın gelmiş geçmiş en iyi aşk filmleri listelerine alınmasını engellemiyor. Filmin bugün hâlâ bu kadar sevilmesinde, senaryonun yanı sıra, yapmak istedikleriyle yapmak zorunda oldukları arasında bocalayan bir kadının ikilemlerini kusursuz oyunculuğuyla aktaran Ingrid Bergman’la, aşkının büyüklüğüne rağmen içinde bulunduğu koşullar gereği aşkını reddeden Rick rolünde olağanüstü karizmasıyla büyüleyen Humphrey Bogart’ın payı büyük hiç kuşkusuz.

7) Selvi Boylum Al Yazmalım

Yalnız Atıf Yılmaz’ın değil Türk sinemasının en güzel filmlerinden biri, Selvi Boylum Al Yazmalım. Türkân Şoray ile Kadir İnanır arasındaki müthiş kimya ile taçlanan filmi bu kadar özel kılan nitelikler, aşkın o ilk kıvılcımlarını en naif, en saf haliyle betimlemesi; iç ses kullanımıyla âşık bir kadının ruh halini tüm samimiyetiyle yansıtması ve film ilerledikçe karşımıza çıkan ‘aşk mı sevgi mi’ ikilemini kadınca bir bakış açısıyla ele almaktaki başarısı olsa gerek.
Güzeller güzeli köylü kızı Asya (T.Şoray), büyük bir aşkla evlendiği kamyoncu kocası İlyas (K.İnanır) tarafından bir süre sonra terk edilir, yolda tanıştığı iyi yürekli Cemşit ona ve oğlu Samet’e yuvasını açar, kol kanat gerer. Günün birinde tesadüf eseri karşısına çıkan İlyas, Asya’yı büyük bir ikileme sürükler. Kimi seçecektir? İlyas’ı mı Cemşit’i mi? Aşkı mı sevgiyi mi? Tutkuyu mu güveni mi? Film, bizi gözyaşlarına boğan final sahnesinde, emek vererek yeşertilmiş sevginin aşktan üstün olabileceği gerçeğini, sevgi için salt aşkın yetmeyeceğini “sevgi emektir” cümlesiyle özetler. Bir tarafımız, aşkı yerine sevgiyi seçen Asya’ya hak verse de bir tarafımız İlyas’ına dönmesini için yalvarır. Türkân Şoray’ın o muhteşem son bakışı ve “seninim işte, alıp götürsene beni!” diye haykıran içsesi her izleyişimizde yüreğimizi paramparça eder. Hiçbir Hollywood filminde yansıtılamayacak kadar büyük ve sımsıcak bir aşk hikâyesidir bu, bizdendir, gerçektir, baş tacı edilesidir.
“Elini tuttum, sıcacıktı, sanki yüreği elimde gibi”…Hangi cümle aşkı bu kadar güzel anlatabilir ki!

8) Bridges of Madison County

Clint Eastwood’un hem yönettiği hem de başrolünü Meryl Streep’le paylaştığı hüzünlü bir aşk hikâyesi. Meryl Streep’in, küçük bir Amerikan kasabasında, iyi yürekli, sevecen kocası ve çocuklarıyla birlikte sıradan ama huzurlu bir hayat yaşayan kendi halinde ev kadını Francesca rolünde mükemmel bir performans sergilediği filmde Clint Eastwood, Franscesca’nın renksiz ve tekdüze hayatına bambaşka bir anlam katacak olan yabancıyı canlandırır. Eşiyle çocuklarının dört günlüğüne şehre gitmesiyle evde yalnız kalan Francesca, bir anda kapısında beliren bu yabancıyla sırrını ömrünün sonuna kadar saklayacağı dört günlük bir aşk yaşar. Bu aşk kısacık da sürse hatırası Francesca’nın belleğinde ölünceye kadar saklı kalacaktır. Film, buruk bir aşk hikâyesi olmasının ötesinde, ailesine bağlı ve sorumluluklarının bilincinde bir ev kadının gitmekle kalmak arasında bocalayıp sonunda yine içinde bulunduğu çemberden kurtulamayışını anlatırken, bir anlamda bizi kuşatan toplumsal değerleri, tutsağı haline geldiğimiz alışkanlıkları ve içimizdeki maceraperesti öldüren evlilik kurumunu sorgular. Hepimiz hayatımız boyunca bir kez de olsa böylesine derin bir aşk yaşamak isteriz filmi izlerken; ‘dört günlük bir şey’ de olsa kendimizi tutkunun kollarına bırakabilmek, devamının gelmeyeceğini bilsek de o kısacık zaman diliminin tadını çıkarmak, düşünmeden, kendimiz olmak isteriz. Yaşadığı o tutku dolu anları çocuklarına aktarırken “Kendimden başka bir kadın gibi davranıyordum oysa her zamankinden daha çok kendimdim” diyen Francesca’yı anlarız. Minimalist oyunculuğuyla mükemmellik mertebesine ulaşan Meryl Streep’in, son derece çarpıcı final sahnesinde, arabadan inmekle inmemek arasında yaşadığı tereddütü iliklerimizde hissederiz.

9) Remains of the Day (Günden Kalanlar)

Listemizdeki diğer filmlerin aksine, kayıp bir aşkın hikâyesidir Remains of the Day, yaşanmamış, söylenmemiş bir aşkın, boşa gitmiş bir hayatın, geri dönüşsüzlüğün hikâyesi… Bir James Ivory başyapıtı olan filmde oyunculuk kariyerinin en muhteşem performansını sergileyen Anthony Hopkins, İkinci Dünya Savaşı öncesinin İngiltere’sinde, bir malikânenin, kurallara aşırı bağlı baş uşağını canlandırır. Malikâneye yeni gelen kâhya Miss Kenton’a (Emma Thompson) zamanla âşık olan baş uşak James, gururundan taviz veremeyecek kadar katı olduğu için duygularını Miss Kenton’a açmayı başaramaz. Filmin sonuna kadar tek beklentimiz James’in aşkını itiraf etmesidir, öyle yoğun, öyle anlam yüklü sahneler vardır ki, her seferinde “işte şimdi söyleyecek” diye sabırsızlanırız içimizden. “Beni sevdiğini söylesene! Seninim işte! ” dercesine bakar oysa Miss Kenton o unutulmaz sahnede. Öfkeleniriz James’e, isyan ederiz, ama o hiç konuşmaz. Öyle güzel oynar ki Anthony Hopkins, anlarız biz, o kaskatı bedenin, o ifadesiz yüzün, o donuk gözlerin arkasında ne fırtınalar koptuğunu; tek bir mimiği, tek bir jesti yeter bizi ikna etmeye. Filmin sonunda içimizde bir sızı oluşur, kalbimiz sancır; içte kalmış, bir türlü açıklanamamış bir aşkın ‘keşke’lerini, ‘belki’lerini hatırlarız, geçip giden yıllara yanarız… “En güzel aşk yaşanmamış aşktır, en güzel sözse söylenmemiş söz…” diye avutmaya çalışırız kendimizi. Bu filmi unutulmaz kılan da söylenmemiş bir aşka dair olmasıdır belki…

10) L’Amant (Sevgili)

‘Sevgili’, maddi sorunları olan beyaz bir genç kadınla zengin bir Çinli işadamının tutkulu aşkını anlatan, etkileyici görselliği ile belleklere kazınan, kırık dökük, dramatik bir aşk öyküsü. Tensel aşkın yoğunluğunu gerçekçi sevişme sahneleri yoluyla anlatmayı seçtiği için kimilerince erotik film kategorisine dahil edilse de, kanımca, aşkı aşk yapan şeyin her zaman salt duygu olmadığını, bedensel tutkunun aşkı güçlendiren en önemli etkenlerden biri olduğunu gözler önüne sermesi açısından inandırıcılığı son derece yüksek bir aşk filmidir. Sınıf ve statü farkları yüzünden mutlu sona ulaşması hayal olarak kalsa da, yaşandığı sürece, tüm tabuları, kalıpları, yerleşik kuralları ihlal edebilecek kadar güçlüdür bu aşk.
Buruk bir aşkın öyküsüdür aynı zamanda, genç kız Çinli sevgilisine onu sevmediğini söyleyerek acı çekmesini sağlar. Oysa, çılgıncasına âşıktır adama. Belki de çevremizde sık sık karşılaştığımız, aşkını inkâr edip karşısındakini yaralamak yoluyla var olan, yaraladıkça çoğalan bireylerin bir prototipidir o. Ancak önünde sonunda, “seni hep sevdim, seni hayatımın boyunca sevdim” diye itiraf edecek kadar büyüktür aşkı. Marguerite Duras’nın otobiyografik romanından uyarlanan, Jean-Jacques Annaud’nun yönettiği Sevgili, tüm zamanların en sarsıcı, en erotik aşk filmlerinden biri.