Göz Müptelası üzerine ilk söyleşi
Göz
Müptelası’nda yer alan öykülerden bazıları benim ilk göz ağrılarım. Bunca yıl
bir köşede bekletip, kimselere göstermediğim, pamuklara sarıp sarmalayıp
dünyaya açılacakları gün için hazırladığım öykülerim. İçlerinden sadece biri
daha önce okurlarla bir öykü seçkisinde buluşmuştu; okuyanlar bilir;
bilmeyenler ise tahmin haklarını kullansın. Geri kalan öykülerin hiçbiri gün
yüzü görmedi Göz Müptelası’nın yayınlandığı ana kadar. Bu ilk kitap, bir
anlamda benim bugüne kadarki yazma serüvenimin de bir özeti gibi. Yakın
durduğum üslupların, biriktirdiğim sözlerin ve sevdiğim ifade biçimlerinin bir
bileşkesi de diyebiliriz. Aslında geç kalmış bir ilk kitap; belki çok daha önce
okurlarıyla buluşması gerekirken nadasa bıraktığım, sokağa kolay kolay
salamadığım, benden kopup gitmelerini kabullenemediğim için benle beraber
büyüttüğüm, yıllar geçtikçe olgunlaşan, hatta kimi değişimler geçiren
öykülerden oluşan bir kitap. Her bir öykünün yazımı yaşamımın farklı bir
dönemine denk geldiği için bir yanıyla retrospektif bile sayılabilir; yazılmış
ilk öyküm de, yayınlanmış ilk öyküm de, yazılmış en son öyküm de bir arada çünkü
Göz Müptelası’nda. Arada başka öyküler, ya da öykü dışında başka denemeler
olmadı mı diye soracak olursanız, elbette ilk ve son öyküm arasında yazmış
olduğum daha bir dolu öykü var. Onların da okurla buluşacağı gün gelecek
elbette. Ancak sizin de belirttiğiniz gibi, daha uçucu öyküleri yan yana
getirmek istedik burada. Yazılmış olup da sırasını bekleyen diğer öykülerden
daha farklı bir yerde duruyordu çünkü ilk kitap için seçtiğimiz öyküler.
Hem
buralı, hem de dünyalı olmaları konusundaki tespitinize gelince, insanın kendi
yazdıklarını, bir üçüncü göz gibi değerlendirmeye kalkışması kolay iş değil, ne
olursa olsun öznellik giriyor devreye, özbenlik giriyor, kimlik giriyor. O
yüzden bu konuda yorum yapmamın pek de doğru olacağını sanmıyorum.
Tiyatro, yazarlık, çeviri ve televizyon. Bütün
bunları tek bir kalem ve zihinle yapmak nasıl bir varoluş sizce?
Çocukluğumdan
beri hep yazı yazdım ve tiyatronun içinde oldum. Yazı ve tiyatro, hayatımın en
önemli parçaları olageldi. Aldığım dil eğitiminin ve edebiyat sevgimin
buluşmasıyla da çeviri girdi yaşamıma, üniversiteden itibaren. Bu disiplinlerin
zaten birbirlerinden çok ayrı, çok farklı olduklarını düşünmüyorum. Tiyatroyla
ya da tiyatroda var olan biri için yazı, pek de uzak bir ülke değildir; dikkat
ederseniz, çoğu tiyatro insanı, şu ya da bu şekilde yazıyla iç içedir; farklı
türlerde de olsa kalem oynatmaktadır. Tiyatro, öncelikle yazılı bir alandır
zaten, bir edebi türdür. Amatör ya da profesyonel olarak tiyatroyla uğraşan bir
kişinin, edebiyattan kopuk olması düşünülemez. Belki bilfiil yazı yazmıyordur
ancak ifade yeteneği ister istemez gelişkindir. Dolayısıyla, tüm bu alanlarda
tek bir zihinle ve tek bir kalemle ürün vermenin çok da şaşırtıcı bir durum
olduğunu düşünmüyorum.
Televizyonda da işin mutfağında çalıştım hep, yapımcı,
editör ya da metin yazarı olarak. Sektöre ilk adım atışım da zaten bir kültür
sanat programıyla olmuştu ve neredeyse gönüllü yapacak kadar çok seviyordum
işimi. Daha sonraki televizyon deneyimlerimde de sanatla, edebiyatla ya da en
azından müzikle iç içe oldum. Haber, spor ya da siyaset programında çalışmadım
örneğin hiç. Ancak zamanla, içimdeki oyuncu ortaya çıktı ve sahnede ya da
kamera önünde olmam gerekirken kamera arkasında olmama içerlemeye başladı. Çok
şey öğrendim, çok güzel anlar, anılar ve dostluklar biriktirdim televizyonculuk
yıllarımda ama oyuncu egom nihayetinde öyle bir ağırlığını hissettirdi ki
bundan sonra kamera arkasında kalmaya devam edersem mutsuz olacağımı anladım. O
süreçte de, aynı zihin ve aynı kalemle hareket ediyordum, hiçbir zaman yazar ya
da oyuncu yanımı rafa kaldırmamıştım. Kendimi hiçbir zaman sadece bir
televizyon programı yapımcısı olarak hissetmedim, hissedemedim.
Öykülerinizde çok rafine bir dil var. Elbette
eğitimleriniz ve varoluşunuzdan damlıyor bu dil. Romanda, şiirde sanki daha çok
yer ve fırsat varken öykü, bize hiç hareket alanı bırakmıyor nedense. Ve buna
rağmen çok hafife alınıyor bu tür...
Bazıları niyeyse
öyküyü romandan önce geçilmesi gereken bir dönem, romana giden yolda bir
basamak olarak görür; oysa ben, öykünün, başlı başına bir dünya olduğunu ve bir
yazarın öyküyle başlayıp yaşamının sonuna kadar öykü yazabileceğini savunuyorum.
Göçüp gitmiş ya da halen yaşamakta olan birçok öykücüyle de bu noktada hemfikir
olduğumu biliyorum. Tomris Uyar, öyküde bir “aydınlanma ânı” olduğundan söz
eder. Kanımca, bizi öykü yazmaya sürükleyen şey de o ‘aydınlanma ânı’ zaten.
Roman için daha uzun bir hazırlık süreci gerekirken, öykü için o ‘aydınlanma
ânı’nı beklemek gerekiyor. Klasik müzikten yardım alarak bir benzetme yapacak
olursam, benim için roman senfoni, öykü konçerto, şiir ise sonattır. Hiçbiri,
bir diğerinden daha az değerli ya da değersiz değildir.
Öyküleriniz uzun bir dönemin eseri ve
sanırım sık yazan bir yazar değilsiniz, ama okurlarınız için yeniden okunacak
kitaplar yazdınız ve yazacaksınız. Edebiyatta ilkesel olarak nasıl bir duruş
olmalı sizce?
Edebiyatta
ilkesel olarak nasıl bir duruş olmalı sorunuza
ise şöyle bir yanıt verebilirim, bana kalırsa edebiyat zorlamayla,
ısmarlamayla, okuyucu profili ya da piyasa düşünülerek hayata geçirilecek bir
olgu değil; edebiyat, yatağını kendi belirleyen ve istediği yöne özgürce akan
bir nehir; nehrin yatağını değiştirmeye, onu yönlendirmeye çalışırsanız,
güzelliğinden ve özgünlüğünden çok şey kaybeder. Günümüzde ‘edebiyat’ adı
altında maalesef sadece piyasa koşulları, genel eğilimler ve moda deyimle
‘trendler’ hesaplanarak üretilen eserlerle çok sık karşılaşıyoruz. Bence bir
yazar, hiçbir kişi, hiçbir akım, hiçbir kitle gözetmeksizin, kaleminden
döküldüğü gibi yazmalı. “Şurasını şöyle yazarsam daha çok okunur...”, “Burasını
böyle yazarsam daha çok satar” dediği anda, orada edebiyattan söz etmenin
anlamı kalmamıştır artık. Yazarın asıl arayışı, okurun ruhuna ulaşmak, yüreğine
dokunmak, belleğine sızabilmek olmalı. Okuru tek bir kişi bile olsa. Düşünün
ki, değil internet, değil televizyon, telefonun bile henüz icat edilmediği,
hatta elektriğin var olmadığı yüzyıllarda yaratılan eserleri bugün ‘başyapıt’
olarak kabul ediyoruz; bu da demek oluyor ki, ancak her türlü ticari kaygıdan
uzak olduğu zaman edebiyat yüksek bir düzeye ulaşabilir.
Göz Müptelası ile birlikte bir şiir kitabı daha
geldi, biliyoruz. Ondan söz eder misiniz?
Tiyatro ve diğer ilgi-meslek alanlarınızda eserler
bırakmayı düşünüyor musunuz?
Çeviriden
söz edecek olursak, çeviri asla tiyatro gibi bir sevda olmadı benim için, ancak
yapmaktan her zaman zevk duydum; bunun da yine edebiyatla, yazıyla, dolayısıyla
kelimelerle olan ilişkimden kaynaklandığını düşünüyorum. Bir başka yazarın
kendi dilinde yazdıklarını dilimize aktarırken de edebiyat tadı aldığımı inkâr
edemem. Bu noktada değişen sadece roller; yazarlık gömleğim üzerimdeyken, yaratıcı
ben oluyorum, çevirmenlik gömleğim üzerimdeyken ise bir başka yaratıcının
yaratısını ileten, dönüştüren kişi oluyorum. Edebiyat seçilmiş bir iş değil –iş
demek de tuhaf geliyor ya!- bir esin, bir sunu, bir vahiy; oysa ki çeviri,
saatlerinizi harcamanız gereken, hareket alanı, çevireceğiniz metinle sınırlı
olan bir iş. Yeri gelmişken şunu da belirtmek isterim, çeviri müthiş bir beyin
gücü, konsantrasyon ve adanmışlık gerektiriyor ve maalesef ülkemizde bunun
karşılığı yok; çevirmenler büyük emekler harcayıp çevirdikleri ürünlerden ne
yazık ki son derece düşük ücretler alıyorlar. Çevirinin, yaşamını sürdürebilmek
için seçilmiş bir iş olduğu gerçeğini göz önüne alacak olursak, edebiyattakinin
aksine, maddi kazanç beklentisinin daha yüksek olmasını yadırgamamamız
gerekmektedir.
Sonuç
olarak, tiyatro ve edebiyat vazgeçilmezlerim; çeviri ise zaman zaman el attığım
bir alan sadece. Hayatımın geri kalanında tiyatroda daha çok var olmayı,
yazının da beni daha sık ziyaret etmesini diliyorum. Çeviriyi bıraktım anlamına
gelmesin bu; aklıma yatan, dilimize aktarmaktan keyif alacağım bir metin olursa
yine çevirmenlik gömleğimi zevkle giyerim üstüme. Aslında uzun zamandır, bir
tiyatro oyunu çevirme fikri dolanıyor kafamda. Başka bir hayalim ise, kendi
çevirdiğim bir oyunda rol almak. Gerçekleşir mi gerçekleşmez mi bilemiyorum ama
düşüncesi bile heyecanlandırıyor beni.
Çok Sevdim..
YanıtlaSil