Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

5 Kasım 2013 Salı

KIZLI ERKEKLİ

     

           Çocukluğumda kız arkadaşlarım kadar erkek arkadaşlarım da oldu. Ne annem ne de babam engel olmaya çalıştı oğlanlarla oynamama. Birlikte büyüdük, birlikte güldük, kahkaha attık, birlikte oynadık evciliği de doktorculuğu da, saklambacı da yakantopu da. Biraz farklıydık birbirimizden ama güzeldi bu farklılığımız. Belki de kimse bana “o erkek, oynama onunla” demediği için, yaşamda hep yan yana ve birlikte yürümenin ne kadar da eğlenceli olduğunu çok erken yaşta anladım. “Kızlar şöyledir, erkekler böyledir” diye sınırlamalar getiren teyzelere amcalara oldum bittim gıcık oldum. Tıpkı “Kızlar pembe, oğlanlar mavi giyer” diye renkleri bile aramızda paylaştıranlara sinir olduğum gibi. Çok iyi anlaştığım erkek arkadaşlarım da oldu hiç anlaşamadığım kız arkadaşlarım da.  Erkek denilen ‘karşı cins’in yalnızca ve de illa ki ‘sevgili’ ya da ‘koca’ olması gerekmediğini öğrenerek büyüdüm, büyütüldüm. Ne mutlu ki bana ‘arkadaşım’ diyebildim çoğuna. Ve ne mutlu ki hâlâ hepsi birbirinden kıymetli erkek ‘dostlarım’  var hayatımda.
    
           Belki de bu yüzden Recep Tayyip Erdoğan’ın, son derece doğalmış gibi "Kız-erkek aynı evde kalamaz, bizim muhafazakâr yapımıza ters" diyebilmesini ve birilerinin hâlâ onu ve partisini 'özgürlükçü', 'demokrat' diye savunabilmesini aklım almadı bir türlü. Nasıl bir akıl tutulmasıydı bu?! Bir kesime mensup bireylerin, kadınla  erkeği yan yana düşününce akıllarına cinsellikten başka bir şey gelmediğini çoktandır biliyorduk da bir başbakanın çıkıp da milletin çoluğuna çocuğuna (üstelik artık ebeveynlerinin bile karışmaması gereken bir yaşa ulaştığı halde) ne hakla karıştığını anlayamadık hiçbirimiz ve öfkelendik haklı olarak. Ne de olsa kızlı erkekli büyümüş bir nesildik biz.
     
           Reşit olup on sekiz yaşını geçse de (hatta evlenmediği müddetçe yirmi sekiz yaşına da gelse, otuz sekiz yahut kırk sekiz yaşına da gelse) anne-baba, aile ve konu-komşu baskısından bir türlü kurtulamayan; 'muhafazakâr' toplum olduğumuz bahanesiyle karşı cinsle arkadaşlıkları ve cinsel hayatı sürekli denetlenen (hele ki kadın ise külliyen yasaklanan ve hatta reddedilen!) yurdum genci şimdi de 'devlet baba'nın hali hazırdaki temsilcisi hükümet tarafından zapturapt altına alınmaya çalışıyor. İnsanların yaşam tarzına saygıdan bahsederken on sekiz yaşını geçmiş, üniversiteli genci herhalde 'birey' olmuş bir 'insan' olarak kabul etmiyor muhafazakâr bünyeler! O gencin anne babasını 'göreve' davet ediyorlar! Ah sevgili ülkem, ne zaman kurtulacaksın bu dogmalardan, bu din eksenli, ataerkil-baskıcı-cinsiyetçi zihniyetten kim bilir? Biz görebilecek miyiz? Hiç ümidim kalmadı artık…
 

           Oysa bizler hep, kızlı erkekli, el ele ve yan yana bir gelecek düşlemiştik…

15 Ağustos 2013 Perşembe

BOŞLUK


 



Babama ve anneme...

BOŞLUK

 

Hayat öyle tuhaf ki, bir an geliyor, tam işinizin gücünüzün ortasındayken ya da televizyonda film izlerken, ya da bilgisayarda çalışırken kafanıza dank ediveriyor çok sevdiğiniz insanları hatta en çok sevdiklerinizi kaybetmiş olduğunuz gerçeği. Aslında bütün bu koşuşturmanın, debelenmenin, abuk subuk işler edinmenin, saçma sapan konulardan bahsetmenin, ıvır zıvır almak için mağazalarda taban tepmenin, insana pek de bir şey katmayan tüm o film ve dizileri izlemenin, konuşmanın, konuşmanın, hep daha çok konuşmanın sadece ve sadece gidenleri hatırlamamak, ya da mümkün olduğunca az hatırlamak için harcanan çabalar olduğu gerçeği... Çünkü ne zaman hatırlarsanız o zaman yanı başınızda bitiverecekler en canlı, en genç, en içten halleriyle. Böylesi dert değil de, bazen sizle konuşmak isteyecekler, sizi içinde durduğunuz zaman diliminden koparıp almak, dilbigisinde tarifi henüz yapılmamış başka bir zamanın içine çekmek, belki sizin için çoktan ‘-di’li geçmiş’ olan uzak hatıralara beraber dalıp çıkmak, bugünkü bedeninizle değil de, onlarla olmayı en çok sevdiğiniz ve onlardan ayrılmaktan en çok korktuğunuz çocukluk yıllarınızın koridorlarında sizle köşe kapmaca oynamak isteyecekler... Onları ne kadar çok hatırlarsanız o kadar çok varolacaklar, ne kadar çok özlerseniz o kadar çok yaşayacaklarmış gibi...

 

Ama en beteri, bazen en hasta, en çaresiz, en dokunaklı o son halleriyle görünüverecekler gözünüze, hafıza dosyalarınızdan sıyrılıp; siz ne kadar çabalasanız da onları daha iyi, daha sağlıklı, daha genç ve daha eğlenceli halleriyle hatırlamak için, onlar size her seferinde acı veren o anları da var kılmak için sona saracaklar tüm filmi... “The End” yazısını gördüğünüz son ana bile yeniden yeniden götürecekler sizi... Nasıl olursa olsun hatırlanmak için. Her halleriyle hatırlanmak için. İyi günlerinde de kötü günlerinde de hatırlanmak için... “Bunca çabaya gerek yoktu” diyeceksiniz, “ben sizi hep özlüyorum” diye yırtınacaksınız, “hayat sizsiz çok eksik” diye ağlayacaksınız, gözlerinizden nasıl da Japon çizgi filmlerindeki karakterler gibi yaşlar fışkırdığına hayret ederek.

 

Günler, aylar, yıllar geçecek ve siz yine bir espriye gülecek, yine bir sürprize sevinecek, bir kayba üzülecek, bir dostla dertleşecek, sevdiğinizle baş başa bir başka güneş batışı daha izleyeceksiniz... Yaş alacak, yaşlanacak, çoluk çocuk, torun torba sahibi olacaksınız ama en sevdikleriniz gittikleri yer her neresiyse, siz her neye inanıyor ya da inanmıyorsanız, bir şekilde kendilerini size göstermekten vazgeçmeyecekler... Siz, olur a, insanlık hali, bir gün gelip de onları yad etmeyi unutsanız bile, onlar bütün bu koşuşturmanın, debelenmenin, abuk subuk işlerin ortasında size görünüverecekler.

Siz kendi filminizin THE END yazısını görene dek, daima...

 

 

 

 


 
 

8 Ocak 2013 Salı

PARİS, ÖĞLEDEN SONRA

 
 Yıl 1999... Paris...
2000'e birkaç ay kala Eiffel Kulesi geriye gün sayıyor...
İsa'ya 62 gün, İsa'ya 61 gün, İsa'ya 60 gün... Koskoca bir insanlığın miladını belirleyen İsa, ışıklı imzasını atıyor baş harfiyle Eiffel Kulesi'nin üzerine... Gören Türkler şaşırıyor, Fransızca bilmez bakışlar soruyor: "Eksi 61'i anladık da, J harfi de neyin nesi?" Jesus Christ Superstar müzikalinden bir rol kişisi olmak istiyorum onlara gülümseyerek cevap verirken.
 
1'lerin hükmü kalkacak, 2'lerin saltanatı başlayacak diye bütün bu tantana. Herkes bir milenyum telaşında. Oysa değişecek olan itibarî bir sayı sadece. Saint-Germain Des Prés Bulvarı'nda yürüyorum. Paris soğuğu kemiklerime işliyor; üşüyerek seviyorum Paris'i... Severek üşüyorum Paris'te... Café Les Deux Magots karşılıyor beni tüm sıcağını sunarak kucağında. Asilzade duruşlu karizmatik garson çapkın bir gülümseyişle "Her zamankinden değil mi?" diye soruyor. Ne kadar da Humphrey Bogart! "Evet" der gibi başımı sallıyorum bir film karesinde olduğumu hayal ederek. Ve ben ne kadar da Ingrid Bergman'ım!
 
Yayılıyorum her zamanki masama... Kağıtlarım, kalemlerim, kelimelerim saçılıyor etrafa...  Yere düşen kelimelerden birini alıp veriyor yan masadaki komik şapkalı yaşlı kadın. Çok İngiliz bir gülücük var dudağının kenarında. Bakıyor elindeki kırık kelimeye, "Hangi dilde bu?" diye soruyor sahici bir merakla. "Türkçe" diye cevap veriyorum İngilizce. Sütlü çay fincanını kaldırıp "Şerefe!" diyor sessizce. Sütsüz çayım geliyor dünyanın en Fransız tepsisinde. Bir zamanlar çay istediğimde beni İngiliz sanıp "Sütlü mü, sütsüz mü?" diye soran kont kılıklı garson, epeydir aşina çayı sek içen bu İstanbullu kıza. Bir şeyler karalamaya başlıyorum en sevdiğim sarışın sayfalara. Arada bir başımı kaldırıp bakıyorum önümden geçen şemsiyeli zamana. Paris'in gözyaşları akıyor sokaklara. Öbür yanımdaki masaya bir adam oturuyor. Göz göze (mi) geliyoruz...gülümsüyor... ('gülümsemek' bu yazının jokeri). Yerleşiyor tanıdık bir itinayla sandalyesine. Çıkarıyor kağıtlarını, kalemlerini, renklerini...bir küçük kahve söylüyor en koyusundan... kahverengi kokuyor dört bir yan... Boş beyazına kağıtların, küçük kediler çiziyor en güzelinden... renkli, kareli, puanlı, çizgili, kibirli kediler...
 
Bir kedi düşüyor yere, pembe... Gözleri boş, kuyruğu yarım, bıyığı eksik... Eğilip alıyorum yerden, gözlerim dolu, kuyruğum yok, saçlarım kesik... Çok tanıdık bakışlı adama veriyorum kediyi... Pespembe olmuş ellerim...
 
Yıl 2005... İstanbul... Yaza birkaç ay kala İstanbul göğü taşıyor bardaktan... René Magritte'in kadehinden bulut içiyor komik şapkalı yaşlı bir adam Beyoğlu'nun Kaktüs'ünde... Les Deux Magots yeşili her taraf... "Her zamankinden mi?" diye soruyor karizmatik duruşlu çapkın garson asil bir gülümseyişle... Arada bir dönüp bakıyorum camdan akıp giden sokağa... Türk kahvesi geliyor İstanbul'un en Fransız tepsisinde... Tam yudumluyorum ki sek kahvemi, ayağımın üstüne mor bir kedi düşüyor... "Affedersiniz, benden düştü!" diyor bir adam sahici bir telaşla... Yerden aldığı çizgili kediyi okuduğu kitabın içine sokuşturuyor... Kitabın kapağına bakıyorum...kapkara bir kedi bana göz kırpıyor... Üzerinde, 'Selçuk Demirel; Kağıttan Kediler' yazıyor...
 
(Bir Paris öğleden sonrasında, Café Les Deux Magots'da, kağıtlara kedi desenleri çiziktiren kişi Selçuk Demirel miydi, yere düşen kedi onun kağıttan kedilerinden biri miydi bilmiyorum... Kedileri tutkuyla çizen Selçuk Demirel'e saygıyla...)
http://www.selcuk-demirel.com/bookDraw.php?lang=0&opt=1#