Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

19 Şubat 2012 Pazar

DÜŞLEYİP YAZARKEN BANA 'BEN' BİLE KARIŞAMAZ!

“Niçin yazıyorsunuz?” sorusu bana çok soruldu, yine de cevabı henüz tam bilmiyorum. Bu soruyu kendime de sık sık sorarım. Galiba insan en çok yaşamak isteyebileceği bir dünya yaratmak için yazar. Bugüne dek bana sunulan hiçbir dünyayı yaşanabilir bulmadım; annemle babamın dünyasını, savaşanların dünyasını, politikacıların dünyasını, hiçbirini… Sonunda kendime ait bir dünya yarattım. Hükmedebileceğim toprakları, kendimi defalarca yok edip yeniden yaratabileceğim bir iklimi olan, atmosferinde nefes alabileceğim bir dünya…”
Anais Nin
Bugün kendime yeni bir dünya yaratmak için uyandım, yazmaya başladım. Sabah erken kalktım, etrafıma baktım, içinde bulunduğum dünya ne kadar sıkıcıymış anladım; bomboş bembeyaz dümdüz bir sayfa aldım önüme ve içinde yaşamak, var olmak, nefes almak, ben olmak isteyebileceğim bir dünya kurgulamaya başladım…
Tek ben vardım önce bu dünyada, yaratıcısı ben olduğuma göre, kendimi göremesem de, ‘görünmez’ varlığım ilk ögesiydi bu yepyeni dünyanın. Belki ‘görünür’ de kılabilirdim kendimi, bilmiyorum; öylesi mümkün mü ki?
İnsan rüyalarında kendini görebilir mi? Kendini bir takım olaylar içinde görür, rüyanın içinde birlikte rol aldığı kişileri, bir başka deyişle, diğer oyuncuları görür, ama kendini göremez; ya da bir anımızı hatırladığımızda, o anının baş kişisi biz olsak da, zihin sinemamızda kendi suretimizi görmeyiz, olan biteni kendi gözümüzden görürüz, o anda bizimle olan, bizimle konuşan, bizimle sevişen, bizimle kavga eden diğer kişileri görürüz, ama kendimizi göremeyiz! Oysa filmlerde hep yanlış yansıtılır bu; rol kişisi, bir anda geçmişten bir şeyler hatırlar - yakın ya da uzak geçmişten- o anı hatırlarken, biz, kişinin kendisini de, hatırladığı o anın içinde ete kemiğe bürünmüş olarak görürüz. Ne zaman bir filmde böyle bir durumla karşılaşsam, bunun, izleyiciyi dış göz olarak gören, kişiyi de bize suretiyle gösteren geleneksel sinema mantığı yüzünden olması gerektiğini düşünürüm. Evet, her seferinde, bıkmadan usanmadan, belki birçoğunuza ‘saçma’ gelen bu düşünceler takla atmaya başlar beynimde.
Bir anı hatırlarken, ya da bir rüyanın içinde yuvarlanıp giderken kendi suretimizi göremediğimizi bildiğimiz halde, sinema bize aslında doğrusu böyleymiş gibi bir illüzyon sunar. İşte aynen böyle, ben şimdi bu yeni yaratmakta olduğum taslak halindeki dünyanın içinde kendimi göremesem de, siz okuyucular (ya da izleyiciler) beni, kendi zihninizde şekillendirdiğiniz ‘benim dünyamda’ hayal edebilirsiniz elbette, bunda bir sorun yok, özgürsünüz. Hepiniz beni bir başka bedende, başka giyside, başka dekorda görmekte, hatta dilerseniz beni hiç bilmediğim bir dilde konuşturmakta bile özgürsünüz. Sizi, dizginlerinden kopmuş dört nala koşan hayalgücünüzü – ki her insanınki biriciktir! – kafanızda uçuşan imgeleri durduramam. Ben ne kadar karşı çıksam da herkesin zihni, kendi kurgusunu yaratmakta özgür, henüz bunu engelleyebilen herhangi bir yasa, herhangi bir teknoloji yok; her ne kadar yasalar, bireyin zihnine zincir vurmak, düşüncelerine yasak koymak gibi bir saçmalığı uygulamaya çalışsalar da bu ‘de facto’ olarak gerçekleşmesi pek mümkün olmayacak bir kavram.
Psikiyatrinin kimi hastalıklarda kullandığı, beyin kimyasallarını değiştirmek suretiyle düşünceleri, ya da zihinsel eylemleri dönüştüren, yönlendiren, bastıran bazı ilaçların, sözünü ettiğim sonuca ulaşabildiğini iddia edenler çıkacaktır kuşkusuz aranızdan; ancak iyi düşünürseniz, burada da aslında ‘değiştirmek’ten, ‘yönlendirmek’ten - ya da lobotomi söz konusuysa eğer- ‘içini boşaltmak’tan öteye gidilemeyeceğini fark edersiniz. Kimileriniz de hipnozdan bahsedecektir. Oysa ben kendi harikalar diyârımdaki Alice olmaktan bahsediyorum. (Kafası karışanlar Lewis Carroll’ın ölümsüz eserini yeniden okumayı deneyebilirler. )
İçinde kendi suretimi göremediğim taslak halindeki dünyamın elbette ki ilk hâkimi benim; madem ki yaratıcısı benim, başka türlüsü söz konusu olamaz. Ben Tanrı’sıyım, Tanrıçası’yım, Zeus’uyum, Kibele’siyim bu yepyeni dünyanın. İstediğim kişiyi, ya da kişileri oynatmakta özgürüm kendi filmimde; mekânlarım reel, irreel, hiper-reel ya da sürreel olabilir. Kişilerim insan, insansı, insandışı, insanötesi olabilir. Cinsiyet denen kavram olabilir de, olmayabilir de; ben istersem kişilerim kadın, erkek, kadın-ötesi, erkek-ötesi, hepsi ya da hiçbiri olabilir. (Ursula K.LeGuin’cileri duyar gibiyim!)
Yavaş yavaş kafamda belirmeye başlayan bu yepyeni dünyayı siyah-beyaz, renkli, renksiz, flu, net yapabilirim. Ya da hiç bilmediğim, belki de dünya üzerinde görülmemiş yepyeni renkler bulup onlarla dekore edebilirim mekanlarımı. Renkler sabit olmayabilir; zeminler ve nesneler zaman zaman renk değiştirebilir, renkliyken renksize, renksizken renkliye dönüşebilirler.
Rüya ülkemdeki iletişim, bizim bildiğimiz anlamda olmaz belki, canım isterse aklımın ucundan bile geçmeyecek bir sistemi aklıma getirebilirim. Konuşmak olmaz da düşünmek olur, düşünerek konuşur rol kişilerim; ya da dokunarak anlaşırlar sese ve söze gerek duymadan. Dokunmak bizim dünyamızdakinden bambaşka bir anlam içerir o zaman. Yasak, günah, ayıp gibi kavramlar olmaz. İstersem suç diye bir şey de göndermem bu yeni dünyaya; suçun olmadığı yerde ceza da olmaz.
Bu benim filmim, benim rüyam, benim sinemam, benim dünyam…
Düşleyip yazarken kimse bana karışamaz!
Düşleyip yazarken bana ‘ben’ bile karışamaz!
           

15 Şubat 2012 Çarşamba

SANATIN 'EDEPLİ' OLMAK GİBİ BİR ZORUNLULUĞU VAR MI?

 İskender Pala, Zaman’daki köşesinde bir yazı yazmış, okumamış olanlar ve merak edenler şu linkten yazıya ulaşabilir:
Yazıyı okuduktan sonra öfkelensem mi, gülsem mi, şaşırsam mı, isyan mı etsem bilemedim. İçine yuvarlandığım duygulardan en baskın çıkanı ise umutsuzluk oldu. 

Belki de boşuna uğraşıyoruz dedim kendi kendime, boşuna debeleniyoruz bazı şeyler değişecek, iyiye gidecek diye?! Sanatın ‘içine tükürülen’, bazı sanat dallarının ‘belden aşağı’ bulunduğu bu ülkede, belki de Müslüman mahallesinde salyangoz satan adamdan bir farkımız yok.

Çok sayın yazarımız ne diyor, iyice anladık değil mi?
“Tiyatro dediğin öyle ahlaka mugayır, müstehcen, kötü, pis, kaka şeyleri sahneye taşıyamaz, hele hele ki bu tiyatro, bir de devletin ödenekli kurumlarından biriyse, bunu asla ve kat’a yapamaz!” Pek sevgili yazarın cümlelerinde, satır aralarında dile getirilmek istenen aslında tam da bu değil mi? Yoksa ben mi çok şüpheciyim?! Yoksa öküz altında buzağı mı arıyorum?   

Biliyorum, bir zamanlar pek değerli bir kültür bakanımız, baleyi, kızların ve erkeklerin yarı çıplak bir halde alt alta üst üste yuvarlandığı ‘müstehcen’ bir sanat olarak değerlendirdiğinde de; son derece saygıdeğer bir bakanımız Bizans surlarını yıkma önerisini getirdiğinde de; çok değerli bir belediye başkanımız bir heykelin içine tükürmekte sakınca görmediğinde de; yakın bir zamanda, Sayın Başbakanımız, bir başka heykeli ‘ucube’ olarak nitelendirdiğinde de ben hep şüpheci, hep takıntılı davranmıştım; boş yere suyu bulandırmıştım! Oysa tüm bunlara kafayı takmak yerine, gidip üç çocuk yapmalı, bir de üstelik onları “dindar bir neslin” neferleri olarak yetiştirmeye odaklanmalıydım. İşte o zaman çocuklarım tiyatro, bale gibi ‘pis, kaka, cısss’ şeylerle uğraşmaz, maazallah kısacık etekler giyip ponpon kız olmaya heveslenmez, adına ‘heykel’ denen ne idüğü belirsiz ‘ucubeler’ yaratmakla kafayı bozmaz, her şeyden önemlisi, tinerci olmazlardı!

Hâlâ bir takım zihniyetler tarafından tiyatronun, sinemanın – genel anlamda sanatın – ‘edepli’, ‘genel ahlaka uygun’ (o her ne ise?!) olması gerektiğinin savunulduğu bu diyarda, sanatın değiştirici, dönüştürücü, geliştirici gücünden söz etmeye kalkmanın bir anlamı var mı?

Çok sevdiğim bir tiyatrocu büyüğüm, “meslek güzel de ülke yanlış” demişti bundan en az on beş yıl kadar önce; şimdi gittiği yerden buralara bakıp hepimize acı acı gülümsüyordur eminim, “Haydi çocuklar, ben kurtuldum, biraz da siz uğraşın salyangoz satmakla!” dercesine...

14 Şubat 2012 Salı

Hiçbir Aşk Filmi Aynı Aşkı Anlatmıyor


    Tüm sanatların bir bileşkesi sayılabilecek sinema, en unutulmaz yapıtlarında aşkı anlatmaya, aşkı tanımlamaya, aşkı açıklamaya çalışıyor. Belki de tek bir tanımı olmadığından ve sonsuz sayıda olasılık barındırdığından, hiçbir aşk aynı olmuyor… Hiçbir aşk filmi aynı aşkı anlatmıyor… İşte size, farklı aşk hikâyelerini, aşkın farklı hallerini fikrimce en iyi anlatan unutulmaz 10 aşk filmi…


     Tanımlanmakta belki de en çok güçlük çekilen ve tek bir tanıma indirgenemeyecek kadar göreceli bir kavram olmasına rağmen, hakkında en çok konuşulan, tartışılan, yazılan, çizilen olgu aşktır hiç şüphesiz. Kimine göre, hormonların tetiklediği sıradan bir bedensel dürtünün insanoğlu tarafından estetize edilmiş hali; kimine göre, uğruna ölünecek –yok olunacak- kadar yüce bir varoluş biçimi; kimine göre gerçekliği olmayan abartılı bir duygu durumu; kimine göre yaşadığını iliklerine kadar hissetmenin birincil yolu, kimine göre ise… eski bir yalan, Adem’le Havva’dan kalan… Ömrü boyunca aşkı tatmayanlar için varlığı her ne kadar şüphe götürür olsa da, aşk, günümüzde bilimsel araştırmalar ışığında değerlendirilebiliyor artık.         Yüzyıllar boyunca edebiyatın, müziğin ve neredeyse tüm sanat yapıtlarının vazgeçilmez nesnesi olan bu büyük muammanın, aslında beyin kimyasallarının değişimine ve hormonlara bağlı son derece doğal bir “hissediş” olduğu kanıtlandıkça, ona yüklenen sayısız anlam da geçmişteki değerini yitiriyor yavaş yavaş. Ancak bilimsel veriler, bu doğal ‘hissediş’in ‘nasıl’ gerçekleştiğini rasyonel olarak açıklayabilirken, ‘niye’ gerçekleştiğine ve en önemlisi de ilacının ne olduğuna dair bir cevap sunamıyor. Ve insanoğlu, eskisi kadar yüceltmiyor gözükse de, içinde fırtınalar koparan, hayata dört elle sarılmasını -ya da küsmesini- sağlayan bu en sahici, en uçucu, en sarsıcı ve en tuhaf ‘hastalığı’ şarkılar, romanlar, şiirler ve filmler yoluyla dile getirmeye devam ediyor, bıkmadan… Tüm sanatların bir bileşkesi sayılabilecek sinema, en unutulmaz yapıtlarında aşkı anlatmaya, aşkı tanımlamaya, aşkı açıklamaya çalışıyor. Belki de tek bir tanımı olmadığından ve sonsuz sayıda olasılık barındırdığından, hiçbir aşk aynı olmuyor… Hiçbir aşk filmi aynı aşkı anlatmıyor… İşte size, farklı aşk hikâyelerini, aşkın farklı hallerini fikrimce en iyi anlatan unutulmaz 10 aşk filmi…Ya da başka bir deyişle, aşkın en iyi anlatılmış 10 hali…



1) Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Sil Baştan)

Muhteşem ikili Charlie Kaufman ve Michel Gondry’nin elinden çıkma 2004 yapımı ‘Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ (Türkçesiyle ‘Sil Baştan’) gerek senaryosu gerek anlatımıyla, sinema tarihinin unutulmazları arasında yer alacak bir başyapıt olmasının yanında, bugüne kadar yapılmış tüm ağır melodramların, büyük bütçeli destansı aşk öykülerinin ve genel geçer trüklere sırtını yaslayan romantik komedilerin çok ötesinde gerçek bir aşk filmi. Naçizane değerlendirmemle, belki de gelmiş geçmiş en iyi aşk filmi!
Günün birinde hafızamızı temizleme imkânımız olsa ve unutmak istediğimiz tüm anıları sildirebilsek, yine de, biriktirilen güzel anıların tortusu kalır mıydı bilinçaltımızın tozlu raflarında? Gerçek aşkı bulup da zamanla onu ‘ilişki’ denen canavarın acımasız dişlilerine kaptıran biri, gün gelir de aşkına ait tüm anılarından kurtulmak isterse, yaşanan güzel anılar, kötülerine inat, su yüzüne çıkmak için mücadele verir miydi? Yoksa en güzel olan anılar, unutmayı en çok istediklerimiz miydi? Belki aşkın da bir hafızası vardı, geçirdiği travmaya karşın günün birinde geri gelme olasılığını her zaman taşıyan… Anılar silinse de izleri kalıyor, zihin unutsa da kalp unutmuyor muydu? Aşkı hep kalple ilişkilendiriyorduk, oysa bilinçaltı değil miydi aşka ait tüm verileri depolayan?…İzledikçe, insanı bu ve benzeri sorularla kuşatan film, aşkın belki de bir tür yazgı olduğunu, kat edilen yolun başına dönülse de, o açıklanamaz fiziksel çekim yüzünden yine aynı kişiye âşık olunacağını, aynı kavgaların ve çatışmaların bir çember içinde yeniden yeniden yaşanacağını çarpıcı bir üslupla anlatıyor. Kate Winslet ve Jim Carrey’in kusursuz oyunculukları da bu unutulmaz filmin tadına tat katıyor!

2) Great Expectations (Büyük Umutlar)

Alfonso Cuaron’un yönettiği, büyük yazar Charles Dickens’ın romanından uyarlanan 1998 yapımı “Great Expectations”, birçok yönüyle, aşkı en iyi anlatan filmlerden biri olarak adlandırılmayı hak ediyor. Kimilerince, Dickens’ın yapıtını bire bir aktaramamış olmakla eleştirilse de, diğer birçok edebiyat uyarlamasının aksine, şiirsel anlatımı, ince ince işlenmiş detayları ve büyüleyici görselliğiyle bize romanın sunduğu olanaklardan fazlasını vaat ediyor. Daha henüz bir çocukken tanıyıp gönlünü kaptırdığı snop dilber Estella’ya ömür boyu sürecek umutsuz bir aşkla bağlanan Finnegan Bell’in iç burkan hikâyesi izleyenleri kimi zaman hüzünlendirip kimi zaman öfkelendiriyor. Aşkın, karşılıksız kaldığı ya da Finn örneğindeki gibi, zalim bir ‘öteki’ tarafından yıllarca belirsizliğin alacakaranlığına mahkûm edildiği durumlarda daha da şiddetlenebileceğine, tutku halini almış aşkın çoğu zaman mazoşizmle başa baş gidebileceğine vurgu yapan film unutulmaz replikleri, gören gözlere sunduğu sürprizleri ve etkileyici müzikleriyle zihinlerimize kazınıyor. Filmin en önemli sahnelerinden birinde, Miss. Dinsmoor rolündeki Anne Bancroft’un, şımarık yeğeniyle henüz tanışmış olan küçük Finnegan’a uyarı niteliğindeki sözleri aşkın matematiğini belki de en güzel özetleyen örneklerden biri: “Bu kız senin kalbini kıracak, bu bir gerçek. Ve ben seni uyarsam da, bu kızın, fena halde canını acıtacağını garanti etsem de sen yine de onun peşinden koşacaksın. Aşk ne muhteşem bir şey değil mi?!”

Ethan Hawke’ın, oyunculuk kariyerindeki en güçlü performanslarından birini sergilediği filmde Gwyneth Paltrow da izleyicide neredeyse “Charles Dickens, Estella karakterini Paltrow için yazmış olmalı!” düşüncesini uyandırıyor!

3) Les Amants du Pont-Neuf (Köprü Üstü Aşıkları)

Aşkı en iyi anlatan filmler söz konusu olduğunda akla ilk gelen örneklerden biri de hiç kuşkusuz Köprü Üstü Aşıkları; Paris’in en eski köprüsü Pont-Neuf’ü mesken edinmiş, hayatta hiçbir şeyi olmayan alkol bağımlısı Alex ile hayal kırıklığıyla biten ilişkisinin ardından ailesiyle yaşadığı evi terk edip kendini sokaklara atan ressam Michèle’in büyüleyici, çılgın, tutkulu ama aynı zamanda da dokunaklı aşkının hikâyesi. Yönetmen Leos Carax’ın, olağan dışı yaşam şartlarında filizlenen sıra dışı bir sevdayı, göz kamaştıran Paris görüntüleri eşliğinde yansıttığı filmde, bir yandan kolay kolay kimselere nasip olmayacak masalsı bir aşkı izlerken, bir yandan da aşkın kimi zaman kişiyi ne kadar bencilleştirebildiğine, onu her şeyi yakıp yıkacak kadar vahşileştirebildiğine tanık oluruz. Gözlerindeki hastalığın ilerlemesi nedeniyle kör olma raddesine yaklaşan Michèle’in tedavi olmasını sırf genç kadının kendisinden kopmasından korktuğu için engellemeye çalışan Alex’te, aşkın sahiplenici, egoist ve yok edici yanını görürüz. Filmin sonuna yaklaştıkça Alex’e kızmakla ona acımak arasında gidip gelsek de, ömrümüzde bir kez olsun böyle kural dışı bir aşk yaşamak isteriz için için, Michèle olmak, Alex olmak isteriz! Öyle bir filmdir ki bu, yıllar geçse bile çıkmaz bazı sahneleri aklımızdan, bir fotoğraf karesi gibi yapışır kalır görsel belleğimize kimi anları… Paris’te, o eski köprünün üstünde doya doya koşan, sarhoş olup avaz avaz bağıran, havai fişek yağmurlarıyla yıkanan Juliette Binoche ve Denis Lavant’ı unutamayız!

4) Breaking the Waves (Dalgaları Aşmak)

Lars Von Trier’in 1996 yapımı filmi Breaking The Waves insanın içini acıtan büyük bir aşkın hikâyesi. Bir kaza sonucu felç kalan Jon, karısı Bess’in başka erkeklerle cinsel ilişkiye girip, ona yaşadıklarını anlatmasını ister. Film boyunca, delilikle saflık sınırında gezinen Bess’in, kocasının aşkı uğruna düştüğü içler acısı durumu izlerken, eşine az rastlanan bir trajediye tanık oluruz. Trier’in gerçekçi, sert ve yalın anlatımıyla yüzümüze tokat gibi çarpan bu sarsıcı filmde Emily Watson, çaresizlik içindeki saf ve masum Bess rolünde bizi koltuklarımıza mıhlayan bir oyunculuk sergiler. Film, Bess karakteri aracılığıyla, âşık öznenin kendini sorgusuz sualsiz sevdiğine adayışını, bu adanışın sonucunda gelen trajik yıkımı, aşk-Tanrı-inanç üçgenini, doğal bir görsellik kullanarak anlatır. Köprü Üstü Aşıkları’nda sevdiği kadını kaybetmek korkusuyla bencilleşip gözü kararan Alex karakterinin aksine Bess, öz benliğinden tamamen vazgeçerek kendini kurban edişin sembolü haline gelir.

Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en saf, en masum, en gerçeküstü âşık kadın karakterini yaratan “Dalgaları Aşmak”, aşk filmlerinin ‘olmazsa olmaz’larından!

5) Closer

Romantizmin dikte edilmiş kalıplarından, aşkın ‘süs’lerinden ‘püs’lerinden, göz boyayan detaylarından uzak; çoğu zaman sert, acıtıcı, yırtıcı bir tavrı olan; bilinen tüm aşk söylemlerini yerle bir eden, aşkın tam orta yerinde aşksızlığı anlatan ve bütün bunlara rağmen yine de tüm zamanların en sarsıcı aşk filmi olmayı başarabilen bir film, Closer. Yönetmen Mike Nichols, hayatları kesişen iki kadın ve iki erkek, birbirine geçmiş dört aşk öyküsü ve bu dört insanın birbirine rağmen birbirinden beslenen ilişkilerinden yola çıkarak, aşkın ve insan doğasının ikilemlerini, gelgitlerini mercek altına alıyor. Sadakat, aldatma, dürüstlük ve güven kavramlarının masaya yatırıldığı filmde aşkın en saf ve en temiz halindeyken bile, bir zayıflık anında yerle bir edilebileceğini, en sarsılmaz görünen ilişkinin dahi pamuk ipliğine bağlı oluşunu, birini çok severken de gidilebileceğini, kalmanın ‘sevmek’ anlamına gelmediğini, sevmeninse her şeye yetmeyebileceğini farklı bir kurguyla ve akıllardan silinmeyecek diyaloglarla anlatıyor. Natalie Portman, Julia Roberts, Clive Owen ve Jude Law’un dört ana karakteri canlandırdığı film aşkın yok edici, karanlık ve korkutucu tarafıyla yüzleşmemizi sağlarken, ilişkilerin üzerindeki masumiyet perdesini kaldırarak sevgi sözcükleri ardında gizlenen canavarı uyandırıyor. Belki klasik bir aşk filmi değil ancak aşka, kadın erkek ilişkilerine ve cesur bakışıyla bu listede yer almayı hak ediyor.


6) Casablanca

Fas’ın Casablanca kentinde karşılaşan eski âşıkların aradan geçen zamana rağmen tükenmeyen aşkı zorlu savaş ortamında yeniden alevlenir; artık evli bir kadın olan ve erdem timsali idealist kocası Victor ile eski sevgilisi Rick arasında kalan Ilsa, tutkulu aşkla gerçek sevgi arasında bir seçim yapmak zorundadır. Michael Curtiz’in yönettiği 1942 yapımı Casablanca, İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında geçen, unutulmaz diyalogları, mükemmel kurgusu ve dönemin büyük yıldızları Humphrey Bogart ile Ingrid Bergman’ın mükemmel oyunculuklarıyla hafızalarda yer eden, bugüne kadar yazılmış en iyi film senaryoları içinde hâlâ ilk beşteki yerini koruyan bir klasik, Son derece düşük bir bütçeyle çekilmiş olmasına, senaryonun çekimler sırasında yeniden yeniden yazılmasına, filmin sonunun, çekim süresince yönetmenden başka kimse tarafından bilinmemesine rağmen büyük bütçeli yapımlardan kat be kat iyi sonuçlar elde eden film kırık bir aşk hikâyesi ekseninde dönse de salt bir aşk filmi olarak değerlendirilemez; karanlık savaş atmosferi, dönemin siyasi ortamı, savaşın yarattığı bunalım ve uğruna mücadele edilecek idealler de filmde en az aşk kadar ağırlıkla işlenmektedir. Ancak tüm bu özellikleri, aşk filminden daha başka türlere de dahil edilebilir olması, Casablanca’nın gelmiş geçmiş en iyi aşk filmleri listelerine alınmasını engellemiyor. Filmin bugün hâlâ bu kadar sevilmesinde, senaryonun yanı sıra, yapmak istedikleriyle yapmak zorunda oldukları arasında bocalayan bir kadının ikilemlerini kusursuz oyunculuğuyla aktaran Ingrid Bergman’la, aşkının büyüklüğüne rağmen içinde bulunduğu koşullar gereği aşkını reddeden Rick rolünde olağanüstü karizmasıyla büyüleyen Humphrey Bogart’ın payı büyük hiç kuşkusuz.

7) Selvi Boylum Al Yazmalım

Yalnız Atıf Yılmaz’ın değil Türk sinemasının en güzel filmlerinden biri, Selvi Boylum Al Yazmalım. Türkân Şoray ile Kadir İnanır arasındaki müthiş kimya ile taçlanan filmi bu kadar özel kılan nitelikler, aşkın o ilk kıvılcımlarını en naif, en saf haliyle betimlemesi; iç ses kullanımıyla âşık bir kadının ruh halini tüm samimiyetiyle yansıtması ve film ilerledikçe karşımıza çıkan ‘aşk mı sevgi mi’ ikilemini kadınca bir bakış açısıyla ele almaktaki başarısı olsa gerek.
Güzeller güzeli köylü kızı Asya (T.Şoray), büyük bir aşkla evlendiği kamyoncu kocası İlyas (K.İnanır) tarafından bir süre sonra terk edilir, yolda tanıştığı iyi yürekli Cemşit ona ve oğlu Samet’e yuvasını açar, kol kanat gerer. Günün birinde tesadüf eseri karşısına çıkan İlyas, Asya’yı büyük bir ikileme sürükler. Kimi seçecektir? İlyas’ı mı Cemşit’i mi? Aşkı mı sevgiyi mi? Tutkuyu mu güveni mi? Film, bizi gözyaşlarına boğan final sahnesinde, emek vererek yeşertilmiş sevginin aşktan üstün olabileceği gerçeğini, sevgi için salt aşkın yetmeyeceğini “sevgi emektir” cümlesiyle özetler. Bir tarafımız, aşkı yerine sevgiyi seçen Asya’ya hak verse de bir tarafımız İlyas’ına dönmesini için yalvarır. Türkân Şoray’ın o muhteşem son bakışı ve “seninim işte, alıp götürsene beni!” diye haykıran içsesi her izleyişimizde yüreğimizi paramparça eder. Hiçbir Hollywood filminde yansıtılamayacak kadar büyük ve sımsıcak bir aşk hikâyesidir bu, bizdendir, gerçektir, baş tacı edilesidir.
“Elini tuttum, sıcacıktı, sanki yüreği elimde gibi”…Hangi cümle aşkı bu kadar güzel anlatabilir ki!

8) Bridges of Madison County

Clint Eastwood’un hem yönettiği hem de başrolünü Meryl Streep’le paylaştığı hüzünlü bir aşk hikâyesi. Meryl Streep’in, küçük bir Amerikan kasabasında, iyi yürekli, sevecen kocası ve çocuklarıyla birlikte sıradan ama huzurlu bir hayat yaşayan kendi halinde ev kadını Francesca rolünde mükemmel bir performans sergilediği filmde Clint Eastwood, Franscesca’nın renksiz ve tekdüze hayatına bambaşka bir anlam katacak olan yabancıyı canlandırır. Eşiyle çocuklarının dört günlüğüne şehre gitmesiyle evde yalnız kalan Francesca, bir anda kapısında beliren bu yabancıyla sırrını ömrünün sonuna kadar saklayacağı dört günlük bir aşk yaşar. Bu aşk kısacık da sürse hatırası Francesca’nın belleğinde ölünceye kadar saklı kalacaktır. Film, buruk bir aşk hikâyesi olmasının ötesinde, ailesine bağlı ve sorumluluklarının bilincinde bir ev kadının gitmekle kalmak arasında bocalayıp sonunda yine içinde bulunduğu çemberden kurtulamayışını anlatırken, bir anlamda bizi kuşatan toplumsal değerleri, tutsağı haline geldiğimiz alışkanlıkları ve içimizdeki maceraperesti öldüren evlilik kurumunu sorgular. Hepimiz hayatımız boyunca bir kez de olsa böylesine derin bir aşk yaşamak isteriz filmi izlerken; ‘dört günlük bir şey’ de olsa kendimizi tutkunun kollarına bırakabilmek, devamının gelmeyeceğini bilsek de o kısacık zaman diliminin tadını çıkarmak, düşünmeden, kendimiz olmak isteriz. Yaşadığı o tutku dolu anları çocuklarına aktarırken “Kendimden başka bir kadın gibi davranıyordum oysa her zamankinden daha çok kendimdim” diyen Francesca’yı anlarız. Minimalist oyunculuğuyla mükemmellik mertebesine ulaşan Meryl Streep’in, son derece çarpıcı final sahnesinde, arabadan inmekle inmemek arasında yaşadığı tereddütü iliklerimizde hissederiz.

9) Remains of the Day (Günden Kalanlar)

Listemizdeki diğer filmlerin aksine, kayıp bir aşkın hikâyesidir Remains of the Day, yaşanmamış, söylenmemiş bir aşkın, boşa gitmiş bir hayatın, geri dönüşsüzlüğün hikâyesi… Bir James Ivory başyapıtı olan filmde oyunculuk kariyerinin en muhteşem performansını sergileyen Anthony Hopkins, İkinci Dünya Savaşı öncesinin İngiltere’sinde, bir malikânenin, kurallara aşırı bağlı baş uşağını canlandırır. Malikâneye yeni gelen kâhya Miss Kenton’a (Emma Thompson) zamanla âşık olan baş uşak James, gururundan taviz veremeyecek kadar katı olduğu için duygularını Miss Kenton’a açmayı başaramaz. Filmin sonuna kadar tek beklentimiz James’in aşkını itiraf etmesidir, öyle yoğun, öyle anlam yüklü sahneler vardır ki, her seferinde “işte şimdi söyleyecek” diye sabırsızlanırız içimizden. “Beni sevdiğini söylesene! Seninim işte! ” dercesine bakar oysa Miss Kenton o unutulmaz sahnede. Öfkeleniriz James’e, isyan ederiz, ama o hiç konuşmaz. Öyle güzel oynar ki Anthony Hopkins, anlarız biz, o kaskatı bedenin, o ifadesiz yüzün, o donuk gözlerin arkasında ne fırtınalar koptuğunu; tek bir mimiği, tek bir jesti yeter bizi ikna etmeye. Filmin sonunda içimizde bir sızı oluşur, kalbimiz sancır; içte kalmış, bir türlü açıklanamamış bir aşkın ‘keşke’lerini, ‘belki’lerini hatırlarız, geçip giden yıllara yanarız… “En güzel aşk yaşanmamış aşktır, en güzel sözse söylenmemiş söz…” diye avutmaya çalışırız kendimizi. Bu filmi unutulmaz kılan da söylenmemiş bir aşka dair olmasıdır belki…

10) L’Amant (Sevgili)

‘Sevgili’, maddi sorunları olan beyaz bir genç kadınla zengin bir Çinli işadamının tutkulu aşkını anlatan, etkileyici görselliği ile belleklere kazınan, kırık dökük, dramatik bir aşk öyküsü. Tensel aşkın yoğunluğunu gerçekçi sevişme sahneleri yoluyla anlatmayı seçtiği için kimilerince erotik film kategorisine dahil edilse de, kanımca, aşkı aşk yapan şeyin her zaman salt duygu olmadığını, bedensel tutkunun aşkı güçlendiren en önemli etkenlerden biri olduğunu gözler önüne sermesi açısından inandırıcılığı son derece yüksek bir aşk filmidir. Sınıf ve statü farkları yüzünden mutlu sona ulaşması hayal olarak kalsa da, yaşandığı sürece, tüm tabuları, kalıpları, yerleşik kuralları ihlal edebilecek kadar güçlüdür bu aşk.
Buruk bir aşkın öyküsüdür aynı zamanda, genç kız Çinli sevgilisine onu sevmediğini söyleyerek acı çekmesini sağlar. Oysa, çılgıncasına âşıktır adama. Belki de çevremizde sık sık karşılaştığımız, aşkını inkâr edip karşısındakini yaralamak yoluyla var olan, yaraladıkça çoğalan bireylerin bir prototipidir o. Ancak önünde sonunda, “seni hep sevdim, seni hayatımın boyunca sevdim” diye itiraf edecek kadar büyüktür aşkı. Marguerite Duras’nın otobiyografik romanından uyarlanan, Jean-Jacques Annaud’nun yönettiği Sevgili, tüm zamanların en sarsıcı, en erotik aşk filmlerinden biri.