DÜŞLEYİP YAZARKEN BANA 'BEN' BİLE KARIŞAMAZ!
“Niçin yazıyorsunuz?” sorusu bana çok soruldu, yine de cevabı henüz tam bilmiyorum. Bu soruyu kendime de sık sık sorarım. Galiba insan en çok yaşamak isteyebileceği bir dünya yaratmak için yazar. Bugüne dek bana sunulan hiçbir dünyayı yaşanabilir bulmadım; annemle babamın dünyasını, savaşanların dünyasını, politikacıların dünyasını, hiçbirini… Sonunda kendime ait bir dünya yarattım. Hükmedebileceğim toprakları, kendimi defalarca yok edip yeniden yaratabileceğim bir iklimi olan, atmosferinde nefes alabileceğim bir dünya…”
Anais Nin
Bugün kendime yeni bir dünya yaratmak için uyandım, yazmaya başladım. Sabah erken kalktım, etrafıma baktım, içinde bulunduğum dünya ne kadar sıkıcıymış anladım; bomboş bembeyaz dümdüz bir sayfa aldım önüme ve içinde yaşamak, var olmak, nefes almak, ben olmak isteyebileceğim bir dünya kurgulamaya başladım…
Tek ben vardım önce bu dünyada, yaratıcısı ben olduğuma göre, kendimi göremesem de, ‘görünmez’ varlığım ilk ögesiydi bu yepyeni dünyanın. Belki ‘görünür’ de kılabilirdim kendimi, bilmiyorum; öylesi mümkün mü ki?
İnsan rüyalarında kendini görebilir mi? Kendini bir takım olaylar içinde görür, rüyanın içinde birlikte rol aldığı kişileri, bir başka deyişle, diğer oyuncuları görür, ama kendini göremez; ya da bir anımızı hatırladığımızda, o anının baş kişisi biz olsak da, zihin sinemamızda kendi suretimizi görmeyiz, olan biteni kendi gözümüzden görürüz, o anda bizimle olan, bizimle konuşan, bizimle sevişen, bizimle kavga eden diğer kişileri görürüz, ama kendimizi göremeyiz! Oysa filmlerde hep yanlış yansıtılır bu; rol kişisi, bir anda geçmişten bir şeyler hatırlar - yakın ya da uzak geçmişten- o anı hatırlarken, biz, kişinin kendisini de, hatırladığı o anın içinde ete kemiğe bürünmüş olarak görürüz. Ne zaman bir filmde böyle bir durumla karşılaşsam, bunun, izleyiciyi dış göz olarak gören, kişiyi de bize suretiyle gösteren geleneksel sinema mantığı yüzünden olması gerektiğini düşünürüm. Evet, her seferinde, bıkmadan usanmadan, belki birçoğunuza ‘saçma’ gelen bu düşünceler takla atmaya başlar beynimde.
Bir anı hatırlarken, ya da bir rüyanın içinde yuvarlanıp giderken kendi suretimizi göremediğimizi bildiğimiz halde, sinema bize aslında doğrusu böyleymiş gibi bir illüzyon sunar. İşte aynen böyle, ben şimdi bu yeni yaratmakta olduğum taslak halindeki dünyanın içinde kendimi göremesem de, siz okuyucular (ya da izleyiciler) beni, kendi zihninizde şekillendirdiğiniz ‘benim dünyamda’ hayal edebilirsiniz elbette, bunda bir sorun yok, özgürsünüz. Hepiniz beni bir başka bedende, başka giyside, başka dekorda görmekte, hatta dilerseniz beni hiç bilmediğim bir dilde konuşturmakta bile özgürsünüz. Sizi, dizginlerinden kopmuş dört nala koşan hayalgücünüzü – ki her insanınki biriciktir! – kafanızda uçuşan imgeleri durduramam. Ben ne kadar karşı çıksam da herkesin zihni, kendi kurgusunu yaratmakta özgür, henüz bunu engelleyebilen herhangi bir yasa, herhangi bir teknoloji yok; her ne kadar yasalar, bireyin zihnine zincir vurmak, düşüncelerine yasak koymak gibi bir saçmalığı uygulamaya çalışsalar da bu ‘de facto’ olarak gerçekleşmesi pek mümkün olmayacak bir kavram.
Psikiyatrinin kimi hastalıklarda kullandığı, beyin kimyasallarını değiştirmek suretiyle düşünceleri, ya da zihinsel eylemleri dönüştüren, yönlendiren, bastıran bazı ilaçların, sözünü ettiğim sonuca ulaşabildiğini iddia edenler çıkacaktır kuşkusuz aranızdan; ancak iyi düşünürseniz, burada da aslında ‘değiştirmek’ten, ‘yönlendirmek’ten - ya da lobotomi söz konusuysa eğer- ‘içini boşaltmak’tan öteye gidilemeyeceğini fark edersiniz. Kimileriniz de hipnozdan bahsedecektir. Oysa ben kendi harikalar diyârımdaki Alice olmaktan bahsediyorum. (Kafası karışanlar Lewis Carroll’ın ölümsüz eserini yeniden okumayı deneyebilirler. )
İçinde kendi suretimi göremediğim taslak halindeki dünyamın elbette ki ilk hâkimi benim; madem ki yaratıcısı benim, başka türlüsü söz konusu olamaz. Ben Tanrı’sıyım, Tanrıçası’yım, Zeus’uyum, Kibele’siyim bu yepyeni dünyanın. İstediğim kişiyi, ya da kişileri oynatmakta özgürüm kendi filmimde; mekânlarım reel, irreel, hiper-reel ya da sürreel olabilir. Kişilerim insan, insansı, insandışı, insanötesi olabilir. Cinsiyet denen kavram olabilir de, olmayabilir de; ben istersem kişilerim kadın, erkek, kadın-ötesi, erkek-ötesi, hepsi ya da hiçbiri olabilir. (Ursula K.LeGuin’cileri duyar gibiyim!)
Yavaş yavaş kafamda belirmeye başlayan bu yepyeni dünyayı siyah-beyaz, renkli, renksiz, flu, net yapabilirim. Ya da hiç bilmediğim, belki de dünya üzerinde görülmemiş yepyeni renkler bulup onlarla dekore edebilirim mekanlarımı. Renkler sabit olmayabilir; zeminler ve nesneler zaman zaman renk değiştirebilir, renkliyken renksize, renksizken renkliye dönüşebilirler.
Rüya ülkemdeki iletişim, bizim bildiğimiz anlamda olmaz belki, canım isterse aklımın ucundan bile geçmeyecek bir sistemi aklıma getirebilirim. Konuşmak olmaz da düşünmek olur, düşünerek konuşur rol kişilerim; ya da dokunarak anlaşırlar sese ve söze gerek duymadan. Dokunmak bizim dünyamızdakinden bambaşka bir anlam içerir o zaman. Yasak, günah, ayıp gibi kavramlar olmaz. İstersem suç diye bir şey de göndermem bu yeni dünyaya; suçun olmadığı yerde ceza da olmaz.
Bu benim filmim, benim rüyam, benim sinemam, benim dünyam…
Düşleyip yazarken kimse bana karışamaz!
Düşleyip yazarken bana ‘ben’ bile karışamaz!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder