Yıl 1999... Paris...
2000'e birkaç ay kala Eiffel Kulesi geriye gün sayıyor...
İsa'ya 62 gün, İsa'ya 61 gün, İsa'ya 60 gün... Koskoca bir insanlığın miladını belirleyen İsa, ışıklı imzasını atıyor baş harfiyle Eiffel Kulesi'nin üzerine... Gören Türkler şaşırıyor, Fransızca bilmez bakışlar soruyor: "Eksi 61'i anladık da, J harfi de neyin nesi?" Jesus Christ Superstar müzikalinden bir rol kişisi olmak istiyorum onlara gülümseyerek cevap verirken.
1'lerin hükmü kalkacak, 2'lerin saltanatı başlayacak diye bütün bu tantana. Herkes bir milenyum telaşında. Oysa değişecek olan itibarî bir sayı sadece. Saint-Germain Des Prés Bulvarı'nda yürüyorum. Paris soğuğu kemiklerime işliyor; üşüyerek seviyorum Paris'i... Severek üşüyorum Paris'te... Café Les Deux Magots karşılıyor beni tüm sıcağını sunarak kucağında. Asilzade duruşlu karizmatik garson çapkın bir gülümseyişle "Her zamankinden değil mi?" diye soruyor. Ne kadar da Humphrey Bogart! "Evet" der gibi başımı sallıyorum bir film karesinde olduğumu hayal ederek. Ve ben ne kadar da Ingrid Bergman'ım!
Yayılıyorum her zamanki masama... Kağıtlarım, kalemlerim, kelimelerim saçılıyor etrafa... Yere düşen kelimelerden birini alıp veriyor yan masadaki komik şapkalı yaşlı kadın. Çok İngiliz bir gülücük var dudağının kenarında. Bakıyor elindeki kırık kelimeye, "Hangi dilde bu?" diye soruyor sahici bir merakla. "Türkçe" diye cevap veriyorum İngilizce. Sütlü çay fincanını kaldırıp "Şerefe!" diyor sessizce. Sütsüz çayım geliyor dünyanın en Fransız tepsisinde. Bir zamanlar çay istediğimde beni İngiliz sanıp "Sütlü mü, sütsüz mü?" diye soran kont kılıklı garson, epeydir aşina çayı sek içen bu İstanbullu kıza. Bir şeyler karalamaya başlıyorum en sevdiğim sarışın sayfalara. Arada bir başımı kaldırıp bakıyorum önümden geçen şemsiyeli zamana. Paris'in gözyaşları akıyor sokaklara. Öbür yanımdaki masaya bir adam oturuyor. Göz göze (mi) geliyoruz...gülümsüyor... ('gülümsemek' bu yazının jokeri). Yerleşiyor tanıdık bir itinayla sandalyesine. Çıkarıyor kağıtlarını, kalemlerini, renklerini...bir küçük kahve söylüyor en koyusundan... kahverengi kokuyor dört bir yan... Boş beyazına kağıtların, küçük kediler çiziyor en güzelinden... renkli, kareli, puanlı, çizgili, kibirli kediler...
Bir kedi düşüyor yere, pembe... Gözleri boş, kuyruğu yarım, bıyığı eksik... Eğilip alıyorum yerden, gözlerim dolu, kuyruğum yok, saçlarım kesik... Çok tanıdık bakışlı adama veriyorum kediyi... Pespembe olmuş ellerim...
Yıl 2005... İstanbul... Yaza birkaç ay kala İstanbul göğü taşıyor bardaktan... René Magritte'in kadehinden bulut içiyor komik şapkalı yaşlı bir adam Beyoğlu'nun Kaktüs'ünde... Les Deux Magots yeşili her taraf... "Her zamankinden mi?" diye soruyor karizmatik duruşlu çapkın garson asil bir gülümseyişle... Arada bir dönüp bakıyorum camdan akıp giden sokağa... Türk kahvesi geliyor İstanbul'un en Fransız tepsisinde... Tam yudumluyorum ki sek kahvemi, ayağımın üstüne mor bir kedi düşüyor... "Affedersiniz, benden düştü!" diyor bir adam sahici bir telaşla... Yerden aldığı çizgili kediyi okuduğu kitabın içine sokuşturuyor... Kitabın kapağına bakıyorum...kapkara bir kedi bana göz kırpıyor... Üzerinde, 'Selçuk Demirel; Kağıttan Kediler' yazıyor...
(Bir Paris öğleden sonrasında, Café Les Deux Magots'da, kağıtlara kedi desenleri çiziktiren kişi Selçuk Demirel miydi, yere düşen kedi onun kağıttan kedilerinden biri miydi bilmiyorum... Kedileri tutkuyla çizen Selçuk Demirel'e saygıyla...)
http://www.selcuk-demirel.com/bookDraw.php?lang=0&opt=1#